Big Bang (Büyük Patlama) ve İslamiyet

Son zamanlarda CERN deneyi ile ilgili medyada haberler sıklıkla çıkmaya başladı.CERN de yapılmak istenen şudur; Big Bang modelinde Kâinatın ilk Saniyelerindeki çok aşırı sıcaklıktaki (100 milyar-1 milyar Kelvin arası sıcaklık) ortamı bulmak için atom altı parçacıkları hızlandırarak o ortamı gözlemlemektir. Yani kâinatın ilk saniyelerini deneysel yollarla incelemek maksadını taşıyıp, Big Bang’ın ilk saniyelerine şahit olmaktır. Onun için bu yazımda okuyucularımıza basit bir dil ile Big Bang’ı ve bunun İslam’daki karşılığını anlatmaya çalışacağım.

Isaac Newton (1643-1727), Evrenin içindeki maddeler birbirini çekip yapışarak ve tek bir bileşene dönüşmesi sorunundan kaçınmak için, çekim kuvveti ile sonsuz bir evren modeli öngörüyordu. Newton, Allaha inanıyordu ve ilk hareket ettirici gücü O’na vermişti. Fakat evrenin işleyişini, çekim kanunu gibi prensiplerle, saat gibi işleyen bir mekanizma olarak tasavvur etmişti. Daha sonraki kuşaklar, bu ilk muharrik güç fikrini de devreden çıkartılar.

İşte tam bu noktada paradokslar, ortaya çıkıyordu. Eğer, Evren sonsuz ise ve sonsuzdan beri var ise, çekim gücü olmasına karşılık, neden bir bileşene dönüşmemişti ve hala neden dinamikti. Ve sonsuz ise, her taraf, her zaman aydınlık olması gerekiri ifade eden, “Olber Paradoksu” ve Evrenin sonsuz olması durumunda her noktada sonsuz bir çekim gücü etkiyeceğini ve evren bu günkü yapıda kalmayacağını anlatan, “Sonsuz Çekim Paradoksu” ortada kalıyordu. Neticede 20. yüzyılın başında bilim çevresi, çelişkileri içinde barındıran, sonsuz ve ezeli bir evren modeli ile karşı karşıyaydı.

1916 da Albert Einstein (1879-1955), bir çözüm bulmak üzere, durağan bir evren modelini ortaya attı. Fakat bu tarzdaki bir modelde evren tek bir bileşene çökecekti. Ve bundan kaçınmak için bilimsel veriye dayanmadan, “Kozmik İtme” kavramını ortaya attı. Fakat Daha sonra ilerleyen yıllarda bu kavramı, hayatının en büyük hatası olarak ifade edecekti.

1920’lerde Belçikalı Georges Lemaitre (1894-1966) ve Rus Aleksander Friedmann (1888-1925) birbirinden bağımsız ve habersiz, Evrenin genişlediğini, Einstein’ın formüllerini kullanarak teorik olarak açıklamaya çalıştılar. Kâinatın başlangıcını bir meşe palamuduna benzetiyor ve bir meşe ağacı, nasıl ondan çıkartılmışsa, Evren de bu tek noktadaki cevherden genişleyerek, kâinat ağacını teşkil etmekteydi. Ve böylece bir noktadan, gittikçe genişleyen evren modeli, bütün bu paradokslara, çelişkilere çözüm sunuyordu. Evrenin bu dinamik yapısına uyum arz ediyordu.

1929‘a gelindiğinde, Amerika California eyaletinde dünyadaki mevcut en gelişmiş teleskop ile Edwin Hubble (1889-1953), “Dopler Yöntemi” ile galaksilerin bizden, yani dünyamızdan uzaklaştığını tespit etti. Bunu yaparken de elbette ne anlama geldiğinin farkında değildi. “Dopler Yöntemi”, bir cismin gözlemciye yaklaşmakta veya uzaklaşmakta olduğunu tespite yarayan bir yöntemdir. Bu durum ses de olduğu gibi, ışıkta da geçerlidir. Çünkü ikisi de dalga hareketi özelliklerini gösterirler. Bir ışıklı cisim gözlemciye yaklaşınca, dalga boyu küçülür, frekans maviye kayar. Bir ışıklı cisim gözlemciden uzaklaşınca, dalga boyu büyür, gözlemcideki ölçü aletinde, frekans kırmızıya kayar. Yani kısacası, bu yöntemle bir cismin yakınlaşıp veya uzaklaşmakta olduğu tespit edilebildiği gibi, hangi hızla yakınlaşmakta veya uzaklaşmakta olduğu da tespit edilebilir. İşte bu yöntemle, Hubble, bütün ölçmelerinde, yıldızların yani galaksilerin, bizden ve daha sonra yapılan çok sayıdaki ölçmelerle galaksilerin dünyadan ve bir birinden uzaklaştığı, gözleme dayalı olarak ortaya koyuyordu. Bu gözlem, bilim çevrelerinde duyulunca, en başta bu olayın teorik temellerini Einstein’ın İzafiyet formülleri ile kuran, Lemaitre’yi heyecanlandırmıştı.

Bu aşamada Einstein, Lemaitre ve Hubble, Amerika’da California Teknoloji Enstitüsünde bir araya geldi. Lemaitre, Einstein’ın formüllerini ve Hubble’in gözlemlerini, kullanarak daha Bing Bang ismini almamış modelini anlattı. Einstenin teorisini ve Hubble’in pratiğini dayanarak, yine onlara, evrenin bir noktadan yaratılıp, açılarak genişletildiğini anlatınca, Einstein heyecanlanarak Lemaitre’e hitaben, “İşte şimdiye kadar dinlediğim, en doğru en güzel kozmolojik model “ diye haykırmıştı.

Bu dönemde, hala 19. yüzyılın katı pozitivist anlayışın etkisindeki bilim çevresi, bu tespitlere dudak büküyor ve hiç de hoş karşılayacak bir tavırda görünmüyordu.

İşte bunlardan biri de yine bir kozmolog olan Fred Hoyle (1915-2001) idi. O, BBC radyosunda şöyle diyordu: ”Bu büyük patlama (Bing bang)’dır. Eğer, Evren bir noktadan açılıp genişlemişse, bana bu patlamanın fosilini bulun” diyordu. İlginçtir. Onun alaycı ve küçümseyici olarak söylediği “Büyük Patlama” ifadesi, bu önemli kozmolojik modele, isim oluyordu. Hoyle, şunu demek istiyordu; Evren eğer bir noktadan başlamışsa ve şimdi belli bir ortalama sıcaklığa sahip ise ilk başta çok sıcak demektir. Ve eğer bu çok sıcak kütle açılıp genişlemişse, bu evrenin genişlemesi ile beraber, genişleyen ve soğuyan bir radyasyonun olması gerekir.

Hâlbuki 1948’lerde George Gamow (1904-1968) ve arkadaşları Lemaitre’in modeli üzerine teorik olarak, “Kozmik Fon Radyasyonu” olarak isimlendirilen bu radyasyonun şu anda her yerde olduğunu ve yaklaşık 5 Kelvin sıcaklığında olduğunu tespit etmişlerdi.

Gelişen süreçte bu konuda uzman olan Princeton Üniversitesindeki Robert Dicke (1916-1997) ve arkadaşlarına bunu gözlem ile en gelişmiş cihazlarla bulunması siparişi verildi. Dicke ve arkadaşları bu önemli keşif üzerinde çalışırken ve daha netice elde etmezken, yine Amerika’daki Bell laboratuarından bir haber geldi.

O haber şuydu; 1964 de, Arno Penzias (1933-…) ve Robert Wilson (1936-…) adındaki iki Radyo Mühendisi antenlerinde, Radyo sinyalini ölçerken yabancı bir sinyal fark ettiler. Antenlerinin kuş pisliklerinin sebep olacağını düşünerek temizlemeye çalıştılar. Yine de aynı sinyali görüyorlardı. Antenlerinin kalibrasyonundan, yani ayarından şüphelendiler. O ayarı da yaptılar, netice değişmiyordu. Antenin yönünü çevirdiler, yine aynı sinyali gözlemliyorlardı. Utançlarından kimseye de açamıyorlardı. Fakat cesaretlerini toplayıp bu konuda uzman olan Princeton Üniversitesindeki, Dicke ve arkadaşlarına, bu anlaşılmaz durumu bildirdiler. Dicke ve arkadaşları çok şaşırdılar. Üzerinde çalıştıkları sinyalin, Penzias ve Wilson tarafında bulunduğunu, hayretle fark ettiler. Daha sonra yapılan çok sayıda ölçüm ve gözlemlerle bu sinyalin yerel değil, evrensel ve her yönlü olduğu ve kâinatın genişlemesi ile birlikte soğuyan ve 2,7 Kelvin sıcaklığında “Kozmik Fon Radyasyonu” olduğu kesinlik kazanıyordu. Yani Kâinatın yaradılış fosili bulunuyordu. Burada da çok ilginç nokta var. Daha sonra bu noktaya değineceğiz. Ve farkında olmadan buldukları bu “Kozmik Fon Radyasyon”u, Penzias ve Wilson’a 1978 de Nobel Fizik Ödülünü kazandıracaktı.

“Kozmik Fon Radyasyonu” bulunmuştu. Fakat Bing Bang modeli ile uğraşanlar, bu radyasyonun bazen sık, bazen seyrek olması gerektiğini ortaya koydular. Çünkü bu farklılık olmazsa, başlangıçtan yaklaşık 1 milyar sene sonra, galaksilerin, büyük yıldız kümelerinin yaratılması gerçekleşemeyecekti. Daha doğrusu yıldızların yaratılabilmesi için, çok sıcak olan yer yıldız olacak, ondan daha az sıcak alanlar ise boşluk olarak kalacaktı. İşte bunun tespiti için bir takım çalışmalar yapıldı ise de sonuç alınmadı. 1989 da, COBE uydu aracı uzaya gönderildi. Yaklaşık 3 yıl uzayda kalan COBE, 1992 de döndü ve getirilen ölçümler, bilgisayar programları vasıtası ile bir haritaya döküldü. Tam teorik olarak olması gerektiği gibi, “Kozmik Fon Radyasyon”un varlığını ve her yönlü olduğunu yeterli derecede tespit ettiği gibi, galaksilerin yaratılması safhasındaki farklı yapıdaki dalgalı radyasyon da tespit edilmişti. Böylece son gedik de kapatılmış oldu. Artık, Big Bang kesinlik kazanıyordu.

Ayrıca, yıldız kümeleri, galaksiler, % 75 Hidrojen ve %25 Helyumdan ibaret olarak yaratılmışlardır. Bunun izahı da ancak, Bing Bang ile yapılabildi. Çünkü başta Hidrojen olmak üzere Helyum, anacak Kâinatın çok sıcak olduğu, yani 1milyar Kelvin sıcaklığı civarında olduğu zaman yaratılabilmektedir. Yani daha sonra kâinatın genişleyip soğuduğu dönemlerde hidrojenin ve bu orandaki helyumun yaratılması mümkün gözükmemektedir. Zaten bu durumda, Bing Bangın en önemli kanıtları olan; 1-kainatın genişletilmesi, 2-Kozmik Fon Radyasyonu ve 3-Kâinattaki Hidrojen ve Helyum oranı olarak karşımızda durmaktadır.

İşte İsviçre’nin Cenevre kenti civarındaki, yer altı tesisi olan CERN’in amacı, kâinatın ilk saniyelerindeki şartları, yani atom altı parçacıkları, hızlandırılarak ilk şarlardaki çok yüksek olan sıcaklığı bulmak ve bu şartlardaki değişim ve dönüşümü gözlemlemektir. Yani ilk şartlarda, hatta sıfır saniyede, Kâinat 100 Milyar Kelvin Sıcaklığında olduğu hesaplanıyor. Bu 1 saniye sonra 10 milyar Kelvin sıcaklığına gelmiş diye ifade edilmektedir. Ve hala bir şey yaratılmaya müsait bulunmamaktadır. İlk üç dakikada, yani yaklaşık sıcaklığın 1 milyar Kelvin sıcaklığına inildiğinde atom altı parçacıkların yaratılabildiği hesaplanmaktadır.

İşte kısaca özetlediğimiz yaradılış ağacını anlatan Bing Bang ve tarihi. Bu olay aslında pozitivist, maddeyi ezeli gören ve 1900’lere kadar, atomu da parçalanmaz madde gören anlayışa, yine bilim içerisinde en büyük darbeyi vuruyordu. Kuantum Fiziğinin de katkısı ile atomun içine doğru ilerledikçe madde kayboluyordu. Hatta madde her an yeniden yaratılıyor, tespiti yapılıyordu. Çünkü protonları teşkil eden kuarklar, hareket halinde iseler var, hareketleri sıfır olursa kendileri de yok oluyordu. Böylece Madde sanki gayb (metafizik) âlemden, şahadet (Fizik) âlemine, sürekli bir gelgit, yani devamlı yaradılışı gösteriyordu. İnsanlığın düşünce biçimini temelden değiştiren ve devlet sistemi dâhil, sosyal hayat gibi bütün yapıların tekrar dönüştürülmesini, düzenlenmesini gerektiren, bir devrim gerçekleşti. Fakat buna rağmen, hala yeteri kadar bilimdeki bu devrim, normal insanlara ulaşmadığı gibi, bu büyük dönüşümü de, daha gerçekleştirememiştir. Tabi ki en önemli nokta, semavi dinlerin Özelikle son Vahiy İslam’ın teolojisinin, ilahiyatının ve metafiziğinin, yine bilim çevresi tarafından bilimsel verilerle doğrulanmasıdır. Bunları, başlangıç durumu, şimdiki genişleme vaziyeti ve son büzüşme hali olmak üzere üç aşamada özetleyeceğiz.

Birinci aşamada: Kuran-ı Kerim, Enbiya Suresi, ayet 30 da “Evelem yerellezîne keferû ennessemâvâti velarda kânetâ “retk”an fe “fetak”nâhuma ve cealnâ minel mâi kulle şey’in hayy, efelâ yu’minûn; O küfredenler, hakikati gizleyenler görmediler mi ki, sema ve yer bitişik idi, biz onları ayırdık. Her canlı şeyi mai (sudan) yarattık. Hala inanmıyorlar mı?”

25. Sözde geçtiği gibi, biz bu ayetin hepsi de doğru olan üç anlam tabakasından, Kozmoloji uzmanlarının (Muhakkik bir Hâkimin) anladığı 2. anlam tabakasına göre izah edeceğiz.
“Ve muhakkik (araştırıcı) bir hakîme bilgine), o kelime (ayette geçen “retken”) şöyle ifham eder (anlatır) ki: Bidâyet-i hilkatte (yaradılışın başlangıcında) semâ (gök) ve arz (yer) şekilsiz birer küme ve menfaatsiz birer yaş hamur, veledsiz (doğurmamış), mahlûkatsız (yaratıksız), toplu birer madde iken, Fâtır-ı Hakîm (Hikmetli Yaratıcı) onları fetih (açıp) ve bast edip (yayıp) güzel bir şekil, menfaattar (yararlı) birer suret (şekil), ziynetli (süslü) ve kesretli (çoklu) mahlûkata (yaratıklara) menşe (kaynak) etmiştir anlar, vüs’at-i hikmetine (hikmetinin genişliğine) karşı hayran olur.” (erisale.com Sözler, s:526)
Dikkat edildiyse, ayette “retk” ve “fetk” kavramları geçiyor. Tefsirciler, bunları anlatırken “retk”: Aynı, homojen, som ve hiçbir değişikliği bünyesinde barındırmayan yapı olarak anlatırlar ki, ilk yaradılış plazmasını tarif ediyor ki, daha hiçbir şeyin yaratılmadığı, değişiklilik ve çeşitliliğin olmadığı ilk saniyelerdeki cevheri ifade ediyor. “Fetk” ise: Değiştirilmiş, farklı özelikler verilmiş, başaklandırılmış, çeşitlenip ayrılmış, anlamlarını verirler ki, bu da artık atom altı parçacıkların yaratılarak, maddenin değişik element ve yapılara dönüştürülmesini anlatır. Yani, Kuran-ı Kerim bu ayeti ile yer ve gök, bir zamanlar “retk” idi. Yani, homojen, hiçbir parçacığın yaratılmadığı bir özellikteydi. Sonra ona tecelli edildi. ”Rabbi’l-Felek” olarak patlatıldı. “Fetk” edildi ve yavaş yavaş kâinatın çeşitliliği olan yer ve gök gibi, muhteşem yaradılış ağacı düzenlenmeye koyuldu.

İlginçtir, Hadis rivayetlerinde de üç farklı anlam biçimi bildirilmiştir;

“İkincisi: İbni Abbas, İkrime, Hasan, Katade ve İbni Cubeyr yollu rivayette, gökler ve yer ikisi bitişik bir şeydi. Allah, aralarını ayırdı denilmiştir. Bu mana ilk madde teorisine uygunluk gösterdiği gibi, yerin güneşten ayrıldığı yolundaki son teoriye de değinmiş olur.” (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c:5 s:449)

Burada dikkatinizi, baştaki ifadeye çekmek istiyorum. Bu ayetin baş cümlesi diyor ki, “O kâfirler, (inanmayanlar, gerçeği gizleyenler) görmediler mi ki biz, yer ve gök bitişik iken onları ayardık“ buyrulmaktadır. İşte insanın aklına şöyle bir soru geliyor. Allah’ım, sen insanları yer ve gök hazırlandıktan sonra yaratmışsın. Nasıl yerin ve göğün ilk anına, yani bitişik iken ayrıldığına şahit olsunlar? İşte burada bir mucize ortaya çıkıyor. Evet, hiç kimse, kâinatın bu aşamasına şahit olmamış, amma bu yaradılışın fosili ve fotoğrafı ve sinyali olan, “Kozmik Fon Radyasyonu”u ile herkes, bu olaya şahit olabilir. İnanmayanda şahit olabilir. Ve gerçekten, “Kozmik Fon Radyasyonu” bu ayrılmanın bu yaradılışın ta kendisidir. İzah edelim: Şimdi güneşin ışığı kaç dakikada bize gelmektedir? 8 dakikada… Yani Allah, güneşi şu anda ortadan kaldırsa, biz ancak, 8 dakika sonra fark edeceğiz. İşte bunun gibi, öyle milyonlarca ışık yılı mesafedeki kâinatın ilk sıralarındaki sinyal, daha yeni, dünyamıza gelmekte ve biz aslında şimdi, milyarlarca yıl önceki bir olaya şahit oluyoruz. Hatta belki şu anda bize, çok uzak bir galaksinin ilk yaradılış sinyali, yeni ulaşıyor. Belki o galaksi ihtiyar olup ölmüş, fakat biz hala, onun ilk durumunu gözlemlemekteyiz.

Ayetin ikinci cümlesi olan, “Her şeyi, canlı şeyi mayiden (sudan) yarattık” ifadesi ise, o ilk andaki (3 dakika ile 10 bin yıl arası) sıcaklıkta hiçbir şeyin katı halde kalamayacağı, ancak yaratılan mai (sıvı) haldeki Hidrojene işaret etmekte olduğunu ve Hidrojen de su’yun da parçası olduğunu ve bütün organizmalarda Hidrojenin önemine, rolüne işaret ettiğini, bakın asrımızın iki önemli alimi nasıl işaret etmektedir.

Said Nursi(1878-1960):

“Arşı mai (sıvı, su) üzerinde idi.” âyeti, esir maddesine (atom altı parçacıkların hammaddesine) işarettir ki, Cenâb-ı Hakkın arşı, su hükmünde olan şu esîr maddesi üzerinde imiş. Esîr maddesi yaratıldıktan sonra, Sâniin (Sanatlı yapan Allah’ın) ilk icadlarının tecellîsine (yansımalarına) merkez olmuştur. Yani esîri halk ettikten (yarattıktan) sonra, cevâhir-i ferde (atoma, özellikle bütün atomların temeli Hidrojene) kalb etmiştir (dönüştürmüştür).” (erisale.com. İşaratül I’caz, s:329)

Elmalılı Hamdi Yazır(1878-1942):

“Son zamanlarda suyu oluşturan elementlerin en önemlisi olan hidrojen, bütün elementlerin temel esası gibi mütalaa olunmaya başladığına göre, Kur’ân’ın bu uyarısı daha kapsamlı bir gerçeğe işareti de içine almış olur… âyette sözü edilen “Şey” sözcüğünün, suyun dışında kalan diğerleri için de aykırı bir tarafı olmadığı gibi, bunlar herkes için su kadar açık ve gözle görülen şeyler de olmadığından, burada en açık delil ileri sürülmüştür ki, o da sudur.” (Hak Dini Kur’an Dili, c:5 s:449)

Ayetin en sonundaki, “Hala inanmıyorlar mı?” ifadesiyle, bu kadar gerçeklerin açığa çıkmasından sonra, artık inanmamanın mazeretinin kalmadığı vurgulanmaktadır.

Hz Peygamberin, “Allah’ın ilk yarattığı şey, benim nurumdur.” demesi, bu artık teoriden çıkmış ve kesinlik arz eden Bing bang’ın ilk durumunu, bu ayet gibi anlatmaktadır. Zaten Big Bang modelinde hesaplar, sıfır denecek hacimde ve sonsuz denebilecek yoğunluktaki bir cevherden bu kâinat yaratılmıştır, diye bilim çevreleri tespit etmişlerdir. Tabi, Einstenin formüllerinin yorumu ile ortaya konan Big Bang’da, zaman kavramı da mekan ile uzay ile birlikte görülmekte ve ilk madde ile birlikte ilk zaman da yaratılmıştır, diye ortaya konmaktadır. Yani zaman maddeden bağımsız değil, bilakis ona bağlı olarak uzayıp kısalabilmekte ve maddeden bağımsız bir zaman kavramı da ortadan kaldırılmaktadır.

İkinci aşamada: Bu cevherin, ilk andan itibaren genişletilerek yaratılmasını Kuran-ı Hâkim, Zariyat Suresi 47. ayette şöyle tarif ediyor: “Vessemâe beneynâhâ bieydin ve innâ le mûsiûn; Semayı (göğü) biz kudretimizle bina ettik ve şüphesiz onu genişleticiyiz.” İşte Kuran-ı Hakim, bu muhteşem ayetiyle, 1929 dan beri keşif edilen, kainatın bir balon gibi genişlediğini “ve inna le musiun; şüphesiz genişleticiyiz” ifade etmekle bu önemli gerçeği bize sunmaktadır. Bu genişleme olayının anlaşılması için, şöyle bir örnek verelim. Diyarbakır’ın Seyrantepe kavşağından Elazığ, Mardin, Şanlıurfa ve Silvan yönü olmak üzere, dört ayrı istikamete giden yolarda, dört araba, her biri bu farklı istikametlere gitmeye başlasın. Saatte, 90 km/saat hızla giden bu arabalar, yarım saat sonra, her biri bu yolların 45. kilometrelerinde olacaktır. Bir gözlemci, bu dört farklı mesafedeki arabaları uçakta yukarıdan gözlemlese, bunların çıkış noktasına şahit olmasa bile, hızlarını bilirse, yarım saat önce aynı noktada olduklarını, yani Seyrantepe kavşağında olduklarını, hesap sonucu çıkarabilecektir. İşte galaksilerin birbirinden uzaklaşması, yani evrenin genişletilmesinden yola çıkarak, bir zamanlar, galaksilerin birbirine daha yakın olduğunu, hatta 15 milyar yıl (yapılan yaş hesaplaması bu civarda yoğunlaşmaktadır) önce aynı noktadaydı, daha doğrusu, yeni oraya konulduğunu, yani sonradan yaratıldığını, hem hesap, yani teorik, hem de “Kozmik Fon Radyasyonu” gibi gözleme dayalı sinyal ile de ispatlanmıştır. Çünkü ezelden beri olsaydı, bu genişleme hala devam etmeyecekti. Çoktan kararlılığını tamamlamış ve durağan hale gelmesi gerekirdi.

Kâinatın ezeli olmadığı gerçeği, bilim çevresinde yenidir ve 20. yüzyıl buluşudur ki, Stephan Hawking (1942-…) bunun, 20. yüzyıla gelmesine kadar, keşif edilmemesini yadırgar. Fakat aslında Başta Kuran-ı Kerim, bütün vahiyler, kâinatın ezeli olmadığını sonradan yaratıldığını ittifakla insanlığa bildirmekle beraber, İslam Kelamcıları da asırlar öncesinden beri, “imkan” ve “hudus” kavramları ile hareketli, değişken, halden hale giren ve yaşlanan maddenin ezeli olamayacağını, çok kesin delillerle ispat etmişlerdir. Bununla ilgili merak edenler; Hüseyni Cisri’nin (1845-1909) Risale-i Hamidiye’sinin, sayfa: 195-202 de “Âlemin kadim (ezeli, başlangıçsız) olduğunu iddia edenlere Cevap” bölümünde tatminkâr izahlar bulabilirler. Üstad Said Nursi de, bu konuyu 33. Söz, 30. Pencere de, kısaca izah ettikten sonra ayrıntısını, Sa’d-ı Taftazani’nin(1322-1395) “Şerhü’l-Makasıd” ve Seyyid Şerif Cürcani’nin (1340-1413) “Şerhü’l-Mevakıf” gibi İslam Akaidinin büyük ve önemli kitaplarına havale eder.

Üçüncü aşamada: Kâinat bu genişlemesini devam ettirirken, bilim adamları derler ki, artık belli bir noktadan sonra genişleme enerjisi kalmayacak, kâinat tekrar büzüşecek ve ilk yaratıldığı noktaya geri getirilecektir. Zaten belli büyüklükteki yıldızların ışığı kalmayınca, yani yıldız ölünce, “ Kara Delik”e dönüşüyor ve çevresindeki her şeyi, bir anafor gibi, içine çekiyor. Adata üzerine sarıyor. Bunu, İzeşşemsu kuvviret; Güneş dürülüp toplandığı zaman” (Kuvviret, 1) ile güneş için ifade ettiği gibi, genişleyen kâinat da, bir bütün olarak ışığını, maddesini tekrar üzerine saracaktır. Bu son durumu, yine Enbiya Suresi 104. ayeti ne güzel tasvir ediyor: “Yevme natvi ssemâe ke tayyissicilli lil kutub, kemâ bede’nâ evvele halkın nuîduh, va’den aleynâ, innâ kunnâ fâılîn; O gün semayı bir kâtip, evrakını rulo yapıp katladığı gibi düreriz. İlk yarattığımız gibi iade ederiz, döndürürüz. Bu üzerimize bir vaaddir. Ve muhakkak biz bunu yaparız.” Şu ayette bu manayı te’yid ediyor; Vessemâvâtu matviyyâtun bi yemînih; O gün sema onun kudretinde dürülmüş durumdadır.” (Zümer, 67)

İşte Kur’an-ı Kerim, ne kadar muhteşem bir şekilde yaradılış ağacının 1-başlangıcını, 2-şimdiki genişleme durumunu ve 3-en sonunda büzüşüp eski halini alışını tarif ediyor. Ve bilimsel izahlar bu tarifi tasdik ediyor. Adeta “ Objektif âlemde (dış dünyada) ve sübjektif âlemde (iç dünyada) O’nun (Allah’ın veya Kur’anın) hak olduğu ortaya çıkıncaya kadar, ayetlerimizi delillerimizi göstereceğiz” (Fussilet, 53) hükmü Big Bang ile de doğrulanmış oluyor.
Kaynaklar:

1-Bingbang (Kainatın Doğuşu), Ümit Şimşek, 1980

( Lise yıllarımda okuduğum kitap ve ilk defa bu kitapla Bingbangdan haberdar olduk)

2-Evrenin Kısa Tarihi, Josef Silk (Çeviri: Murat Alev), TÜBİTAK, 2000

3-İsimlerini hatırlamadığım makale ve kitaplar.

4-Bigbang ve Tanrı, Caner TASLAMAN, Kişisel Web, (Bu konuda en son okuduğum ve çok yararlandığım kitap)

Yorum Yaz