SON 12 YIL TÜRKİYE VE 150 YIL
Posted in Cengiz Sandıklı on 29 Ocak 2015
Bu kitabımda tarihimizin son 100 yılı içindeki 12 yıllık dönemin öncesiyle karşılaştırmasını halka ve tarihimize yansıyışı bakımından ele alacağım.
100 yıl önce Osmanlı 1908 de ikinci meşrutiyetin ilanından ve sultan İkinci Abdülhamit Han’ın tahttan indirilişinden sonra 1911-1912 Balkan savaşları ile cebelleşmenin ötesinde Trablusgarp savaşları ile büyük toprak kayıplarını yaşamış, Balkan Savaşlarında Bulgarlar Çatalca’ya kadar dayanmış, Osmanlı başkenti Edirne işgal edilmişti.
İkinci Abdülhamit Han Osmanlı toprakları üzerinde petrolün stratejik önemini kavramış, kıvrak zekâsıyla, Rusya ve İngiltere arasındaki çekişmeleri ve düşmanlığı çok iyi analiz etmiş ve bu güçleri birbirlerine karşı kullanarak 33 yıl boyunca Osmanlı’nın yıkılış sürecini önlemek, durdurmak ve ayağa kalkmak için, iyi bir istihbarat ağı kurmuş, devleti ve milleti kucaklaştırmış, Ortadoğuda petrol için çıkacak savaşlara ve Doğu Anadolu’da Rusya’nın tehditlerine karşılık Hamidiye gönüllü alaylarını kurmuş, milliyetçilik fikrinin yerleşmesinin Osmanlı’nın sonu olacağını çok iyi okumuştur. Nitekim 1989 Fransız ihtilali ile birlikte gelişmeye başlayan milliyetçilik akımı, İmparatorluklar içindeki etnik gruplar içinde gelişerek imparatorlukların yıkılmasına sebep olmuş, buna karşılık Almanya ve İtalya birliğinin kurulmasını sağlamış, etnik kimliklerin ayrılması ile birçok yeni devlet kurulmuş, kurulan bu yeni devletler İngilizlerin ve Rusların kışkırtması ile ayrıldıkları büyük imparatorluklara savaş açmışlardır.
İkinci Abdülhamit Han Milliyetçilik akımlarına karşı mücadele etmiş, buna karşılık batı hayranlığı içindeki Jön Türk akımı milliyetçiliği körüklemiş ve Abdülhamit Han’a karşı yeraltı teşkilatlanması ve daha sonra açıktan mücadele ile Abdülhamit’in tahttan indirilmesine ve İkinci meşrutiyet ilanına giden bir dizi eylem gerçekleştirmişlerdir. Her biri batı hayranlığı ve fikri esareti altındaki aydınlar, kendilerine örnek aldıkları ülke hayranlığı içinde onların yönlendirmesi ile hareket etmiş, 150 yıllık İngiltere, yeni kurulmuş Almanya, iç çalkantılardan yeni çıkmış hiçbir zaman lider ülke olamamış Fransa kültürünü, onların gücüne de hayranlığa kadar götürmüş, kendi binlerce yıllık tarihi ve özellikle ihtişamlı Osmanlı geçmişlerini yok ve hatta aşağılayarak görmüşler ve hayran oldukları ülkeler lehine çalışmışlardır. Bir kısım Turan düşüncesindeki milliyetçi İttihat ve Terakkici grup ise Abdülhamit Han’ın gerçekçi bakış açısından ülkeyi değerlendirememiş, sallanarak ayakta duran Osmanlı’nın konumunu güçlendireceğine Alman hayranlığı ile Turan birliği hayallerine kapılmışlardır. Bunu gerçekleştirmek için Osmanlı’nın kendi gücü yerine Almanlara güvenmişlerdir.
Bu devrede Abdülhamit Han’dan faydalanmamışlar ve bu büyük hakanın ölümüyle 3 kıtada hüküm süren, 1900 lerin başında hasta adam dendiği dönemde dahi dünyanın üçüncü büyük ülkesini 10 yılda yok etmişlerdir. Abdülhamit Han’ın tahtta bulunduğu dönemde Balkanlar (Makedonya, Batı Trakya), Kuzey Afrika, bütün Ortadoğu, Arabistan ve Kafkaslar, Kıbrıs (İngiltere’ye kiralanmış Osmanlı toprağı idi), On iki adalar Osmanlı hâkimiyetindeydi. 1908 de durum bu iken 1918 de yani 10 yıl sonra Anadolu’da bile çok küçük bir bölgeye sıkıştırılmak istendik. Bunu yapan, Osmanlı padişahı değil, padişahı geri plana atan etkisiz bırakan İttihat ve Terakkicilerdir. Sonra da aynı ittihatçı zihniyet cumhuriyet döneminde padişaha hain damgasını vurdular.
Türkiye Cumhuriyetini kuran paşalar da bu dönemin paşalarıdır. Bu sebeple 100 yıl öncesinin siyasi ve askeri ve psikolojik ve stratejik değerlendirmelerini çok iyi yapmak gerekir.
Osmanlı’yı yıkan paşalar da, Türkiye Cumhuriyetini kuran paşalar da Osmanlı askeri idiler. Maalesef Osmanlı’nın yıkılışında rol alan paşalar tarihin her devrinde özel eğitim almış ve cihan yönetme şifrelerine sahip padişahları yok saymış, sembolik olarak birini indirip diğerini tahta çıkarmışlardır. Askerlerin, biz her şeyin en iyisini biliriz zihniyeti ve şımarıklığı padişahların uyarılarını dikkate almamış ve Osmanlı’nın sonunu hazırlamışlardır. Türkiye Cumhuriyeti kurucu felsefesi de aynıydı. Kendilerini, kurucu güç, Cumhuriyeti kuran ve kuralları koyan kutsal güç olarak algılayan asker, bu sefer milleti yok saymış, milletin iradesini yok ederek kendilerinin kafasındaki şablona göre formatladıkları bir millet oluşturmaya çalışmışlardır. Bu çalışmalar sözde milleti özüne döndürmek propagandasıyla yapılmış, fakat tam tersine milleti yok etmiştir. İradesi olmayan ne denirse yapmak zorunda olan millet, kurucu güce başkaldırmak ve kendi iradesini kullanmak isteyince silahlı olarak bastırılmış, darbelerle tekrar düzene konmaya çalışılmıştır. Böyle tek tipleştirme çabası milletin kendine güvenini ve atılımcı gücünü yok ettiği gibi, otoriter irade milletin gelişmesini de bilinçli olarak istememiştir. Çünkü eğitim seviyesi yükselmiş ve kendi milli ve manevi değerlerine sahip insanlar devlet yönetimine gelebilirler ve kendi yer ve iradelerine el koyabilirlerdi.
İşte, biz biliriz megalomanisine kapılan askerler ve İttihat ve Terakkiciler Abdülhamit Han’ı tahttan indirerek, onun ince siyaset ve zekâsını yok etmiştir. O zekâ Osmanlı’nın zayıflığının daha da artmasını, yıkılmasını önlemek ve bunun yanında orduda ve eğitimde yapılan atılımlarla Osmanlı’yı tekrar ayağa kaldırmak isterken maalesef yok edilmiştir. Neticede tamamen hırs ve ihtiraslarıyla hareket eden, her türlü siyaset ve strateji bilgisinden yoksun insanlar, ham ve hayal milliyetçi düşüncelerle Osmanlı’ya sadık tebaalarda da milliyetçiliğin yükselmesine ayrılıkların artmasına ve isyanlara yol açmışlardır. Ardından Turan fikriyle, kendi güç ve stratejik değerlendirmesini yapamadığı gibi dünya devletlerinin de güç ve stratejilerini değerlendirememiş, milli birliğini yeni kurmuş Almanya’daki milliyetçi akımlara ve kışkırtmalara aldanarak Almanların yanında 1. Dünya Savaşına girmiştir.
Balkan ve Trablusgarp Harplerinde zayıflamış ordu ve millet yıllar süren bir savaşa sokulmuştur. Abdülhamit Han’ın İngilizlerin Ortadoğu’daki petrolün değeri sebebiyle her türlü entrika ve casusluk faaliyetlerini önlemek için kurduğu Yıldız İstihbarat Teşkilatını yok ederek Araplar üzerinde İngiliz İstihbaratının Lawrence’lerin oyunlarının önünü açmışlardır. Padişahı yok sayarak, hilafetin İslam Dünyasındaki insanlar üzerinde itibarını ve etkinliğini de harap etmişlerdir. Hilafetin ve İslam’ın bir arada tuttuğu Müslüman milletler ayrılıkçı akımların esiri olmuş ve İngilizlerin yanında Osmanlı’ya karşı savaşa girmişlerdir.
Savaş, başarı ve zafer sadece silah ve askerle kazanılmaz. Öncelikle stratejik ve taktik değerlendirme çok iyi yapılmalıdır. Kendi gücünü ve konumunuzu iyi değerlendirmenin yanında diğer ülkelerin durumunu da çok iyi değerlendirmeniz gerekir. Bunun yanında çok iyi bir istihbarat ağı kurulmalı, istihbarat millileştirilmeli, istihbarat ve istihbarata karşı koyma güvenilir şekilde yapılmalı, elde edilen istihbaratla diğer ülkelerin güçlerinin sizin içinizde ve dışınızdaki faaliyetlerini tespit etmeli, açığa vurdukları istekleri yanında gizli faaliyet ve niyetlerini ve düşüncelerini çok iyi bilmelidir. Bunları yaparken bütün iç ve dış etkilerden etkilenmemek gerekir. Yani tam anlamıyla gerçekçi olunmalıdır. Zayıf ve kuvvetli olduğunuz yer ve konuları her türlü psikolojik etkiden uzak çok iyi belirlemelidir.
Bu saydığım faktörler sadece savaşta değil, ya da sadece askeri alanda değil, her zaman ve her alanda (ekonomi, siyaset, milli eğitim, ulaştırma ve haberleşme, hukuk, örgütlenme vb) uygulanmalıdır.
Abdülhamit Han bunları görerek Hicaz, İzmir Aydın demiryolu inşası, yeni yüksek eğitim veren okullar, orduda modern silahlandırma, ekonomik girişimler, boğaz geçişine dönük projeler vb. yapmış, güçlü istihbarat ağı kurmuştur. Bu sayede Osmanlı’nın en zor döneminde istikrarı sağlayarak 32 yıl iktidarda kalmıştır. Fakat maalesef içerideki hainler dış güçlerin destek vermesi ile iç etnik yapılarla bir araya gelmiş ve Abdülhamit Han’ı tahttan indirmişlerdir. İşte bu andan itibaren Osmanlı bütün dış faaliyetler ve oyunlara açık hale gelmiş ve Trablusgarp, Balkan Savaşları ve 1. Dünya Savaşı sonunda 10 yıl içinde Osmanlı yok edilmiştir.
Buraya kadarki en acı nokta büyük bir Osmanlı padişahı olan 2. Abdülhamit Han’ın tahttan indirilişinin ardından İttihat Terakkiciler ve cumhuriyet döneminde İttihat Terakki zihniyetindeki yönetim tarafından hain ve “kızıl sultan” olarak karalanmasıdır. Kızıl sultan nitelemesi batının adlandırmasıdır. Batıdan alınıp aynen kabul edilmiştir. Bu çok açık bir ihanettir. Bütün cumhuriyet dönemi boyunca resmi tarih ve eğitim bu tanımlamanın beyinlere nakşedilmesi üzerine kurulmuştur. Abdülhamit Han’ın tahttan indirilmesinde önemli olan 31 Mart vakasında müdahale eden asker içinde Mustafa Kemal’in görevli subay olduğu, kızıl ve hain sultanı tahttan indiren kişilerden olduğu övülerek anlatılmıştır. Amaç, kızıl sultan diye adlandırılan Abdülhamit üzerinden Mustafa Kemal’i yüceltmekti.
Dikkat ederseniz tarihin ayrıntılarına girmiyorum. Çünkü bu tarihçilerin işidir. Ben geçmişte yaşananların ardındaki gerçekleri göstererek ders çıkarmaya çalışıyorum. Malum, ders çıkarılmış olsa tarih asla tekerrür etmez. Maalesef Osmanlı’nın yıkılışına sebep olan bu zihniyet ve uygulamalar cumhuriyet döneminde de sürmüş ve Türkiye’nin geri kalmasına ve emir alan, üzerinde kolayca oyunlar oynanan bir ülke olmasına sebep olmuştur.
Birinci Dünya savaşında İngilizler petrol bulunan bütün bölgelerde daha önce yaptığı ajanlık ve istihbarat faaliyetlerine dayanarak örgütlenmiş ve Arap Yarımadası ve Ortadoğu’da Arap şeyhlerini ve kabilelerini Osmanlı’ya karşı savaşa sürmüş ve maalesef bütün bu topraklar kaybedilmiştir.
Birinci Dünya Savaşında tarihin her devrinde gururla anacağımız Çanakkale Savaşları ve Zaferi çok büyük önem taşımaktadır. Çanakkale, Osmanlı’nın hemen bütün Müslüman etnik grupların kahramanca yer aldığı, hilafeti ve İslam’ı korumak için verilen canların dökülen kanların sembolü ve daha sonra İstiklal harbinin güç kaynağıdır. Çanakkale ruh ve heyecanını ve bütün Osmanlı kimliğinin bizim ruhumuzda bir ve bütün olduğu fikriyatını ve gücünü daima canlı tutmalıyız.
Çanakkale’de Mehmetçik, Kur’an göğsünde Allah Allah nidaları yeri göğü inletirken, Hz. Peygamberi Bedir’deki Sahabei Kiram gibi yanında hissederek savaşmış, şehit olmak için gözünü kırpmadan ölüme atılmış ve bize bu günümüze, siz bizi ve gücünüzü unutmayın, siz zaferlerin neslisiniz diye bizlere haykırmıştır.
Birinci Dünya Savaşında Sarıkamış, yine gözlerimizi yaşartan kalplerimizi sızlatan bir şehadet efsanesidir. Fakat aynı zamanda büyük bir komuta zafiyetinin de en önemli örneklerindendir. Askerimiz ne kadar kahraman olursa olsun, komuta zafiyeti nedeniyle O’nun şehadeti zaferi getirmemektedir.
29 Nisan 1916 Kut ül Ammare zaferi ve İngilizlerin teslim oluşu yine 1. Dünya Savaşında büyük bir zaferdir. Fakat sonuçta büyük zaferlere rağmen büyük savaş 30 Ekim 1918 de Mondros Ateşkes Anlaşmasıyla Osmanlı’nın yenilgisi ile sonuçlanmıştır.
1800 lü yılların ikinci yarısından başlayan Osmanlı’nın hızlı çöküş süreci ve bu süreci 33 yıllık tahtta bulunduğu süreçte yavaşlatan ve hatta durduran Abdülhamit Han öncesi ve sonrasını çok iyi değerlendirmek gerekir. Ben bir tarihçi ve asker değilim fakat sebep sonuç ilişkileri ve sonralarını değerlendirecek bir bilincin aydın diyeceğimiz kesimde ve siyasilerimizde mutlaka olması gerektiğine inanıyorum. Bu kitabı bu sebeple ele aldım. Klasik bir tarih kitabı veya askeri bir kitap değildir bu kitap. Benim seviyemdeki bilinç seviyesini arttırmak ve güçlendirmek isteyen insanlarımıza hitap edebilmektir maksadım.
1839 Tanzimat fermanı öncesi ve sonrası Osmanlı yönetimi ve aydınlarının ruh halini çok iyi değerlendirmek gerekir. Ne oldu da bu hale gelindi sorusunun cevabını doğru şekilde verebilmek zamanımıza da ışık tutacak ve yapmamız gerekenleri doğru yapmamızı sağlayacaktır.
1800 lü yıllar maalesef Osmanlı’nın bilimi geliştirme ve uygulama safhasında geride kaldığı ve Osmanlı’nın kendisinin yapabileceği bilimsel ve sanayi devrimini kavrayamaması ve kendine güvenini kaybederek tamamen batıyı taklide ve giderek batı hayranlığına ve batıya bağımlılığa yol açmıştır. Bu durum Osmanlı’nın önce kendi kendine itibarını, sonra Osmanlı tebaası durumundaki etnik yapıların Osmanlı’ya duydukları saygı ve itibarını kaybettirmiş ve Osmanlı’yı dış müdahalelere ve etnik unsurların kışkırtılmalarına açık hale getirmiştir.
1800 lü yıllar batı haricinde Rusya’nın da güçlenme ve dünya sahnesine çıkma dönemidir. Aynı zamanda sömürgeciliğin gelişme yıllarıdır. Sömürgecilikle birlikte Özellikle İngiltere kendi iç sorunlarını çözdükten ve birliğini güçlendirdikten sonra çok güçlenmiş ve giderek artan ve üzerinde güneş batmayan imparatorluk tanımlamasına varan bir süper güç haline gelmiştir.
Napolyon sonrası Fransa, Avrupa ile savaşmamış, İngiltere ile düşmanlıklar rafa kaldırılmıştır. Yine 1800 lü yıllar Prusya Krallığının güçlenmesine Napolyon ile yapılan savaşlar sonrası 1.wilhelm’in krallığı ve Bismark’ı başbakan olarak atamasıyla Büyük Alman İmparatorluğu kurulmuş ve Almanya güçlü şekilde İngiltere, Fransa ve Rusya’nın karşısında yer almış ve sömürgecilik dünyasında ben de varım diyerek pastaya ortak olmak istemiştir.
Aynı zamanda Avusturya Macaristan İmparatorluğu ve Rusya Balkanlardaki etnik yapı üzerinde kışkırtmalara girişmiştir. Özellikle İngiltere Yunan etnik yapısı üzerinde yaptığı desteklerle isyanlar çıkartmış ve İngiltere, Fransa ve Rusya’nın Osmanlı’ya hücumlarla zayıflatılması sonucu 1821 de Yunanistan Krallığı kurulmuştur. Bu, diğer etnik unsurlar üzerinde ayrılıkçı zihniyeti ve girişimleri güçlendirmiş, giderek diğer Balkan etnik unsurlar devletleşmişlerdir.
Bu dönemlerde özellikle İngiltere kışkırtmasıyla sözde etnik Hristiyan unsurların haklarını savunuyor baskısı ile 1839 da Tanzimat Fermanı ilan edilmiştir. Tanzimat Fermanı Osmanlı aydınlarının da batı hayranlığının zirveye gidişinin başlangıcı olmuştur. Sözde özgürlükçü düşüncelerle padişahların güçleri tırpanlanmış ve Osmanlı batı hayranı ve taklitçisi yöneticilerin eline geçmiştir. 1856 yılında Islahat Fermanı ile sözde iyileştirmeler yapılmıştır. Fakat bütün bu girişimler Osmanlı’nın kendi iradesinden ziyade batının zorlaması ve içteki aydın diye tanımlanan kişilerin batı etkisindeki yönlendirmeleri ile yapılmıştır. Osmanlı padişahları, maalesef kendine güvenen ve geçmişinden güç alan aydınlar yerine biz yapamayız, batı güçlü, en iyi onlar bilirler onların kültürü bizim kültürümüzden yüksek diyen aydınların eline geçmiştir. Aynı zamanda bu aydınlar maalesef her biri bir başka gücün peşinden gitmişlerdir. İngiliz, Fransız ve Alman hayranlığının ötesinde uydu olacak ve talimatlarla hareket edecek hale gelmişlerdir.
Bu aydınlar kendileri Osmanlı içinde kendine öz bir bilim ve sanayi atağı yapacaklarına biz yapamayız, onlar ne yapmışsa biz de onu yapmalıyız zihniyetiyle taklitçiliğe dönmüş, özünü ve gücünü kaybetmiş zihinlerde bir peyk ülke haline gelinmesine yol açmıştır. Bunun neticesi batı ne derse uygulanmaya çalışılmıştır.
Bu dönemde sanayi devrimi ve petrolün keşfi, enerji kaynaklarının tespiti ve bunlara sahip olma düşüncesini oluşturmuştur. Amerika’da çöllük alanlarda bulunan petrol, Osmanlı coğrafyasında da petrol kaynakları olabileceğini düşündürmüş, bunun sonucunda gizliden gizliye yapılan incelemelerle Ortadoğu’nun petrol zengini olduğu keşfedilmiştir. Özellikle bunu fark eden İngiltere bu zenginliğin tek sahibi olması gerektiğini planlayarak özellikle Rusya’nın bu bölgeye inmesini önlemek, Fransa’nın ve Almanya’nın buradan uzak olması için Arap kabileleri ve şeyhleri üzerinde giderek artan şekilde istihbarat, örgütlenme ve ayaklanma girişimlerini uygulamaya koymuştur. Aynı zamanda İngiltere Mısır üzerinde Süveyş Kanalı’nın açılması (1869) ile bütün bu coğrafyanın tek hâkimi olmak istemiştir.
1876 yılı Osmanlı tarihinde önemli bir yıldır. Bu yılda tahtta Sultan Abdülaziz vardı. Osmanlı üzerinde yoğun bir iç ve dış baskı ve buna bağlı olarak ne yapalım sorgulamaları yapılıyordu. Sadrazam Mahmut Nedim paşa Rusya paralelinde bir yönetim uygulamak isterken özellikle İngiltere ve Masonlar yönetimi ele geçirmek için planlar yapıyorlardı. Özellikle mason olan Mithat Paşa bu konuda ön alıyor ve İngiltere’nin İstanbul büyükelçisi Thomas Eliot ile sıklıkla görüşüyordu.
Yukarıda belirttiğim gibi artık Osmanlı, hangi devletin uydusu olalım denen aydınlara kalmıştı.
10 Mayıs 1876 günü İstanbul’daki medrese öğrencilerinin yürüyüşe geçmesiyle başlayan eylemler sonucunda (İngiliz donanmasının Çanakkale boğazına hareketiyle desteklenen) sadrazam ve şeyhülislam alaşağı edilmiş ve sultan Abdülaziz kıskaca alınmış, Mütercim Rüştü Paşa sadrazam olarak atanmış, darbede ön sırada olan Mithat Paşa Şurayı Devletin başına geçmiş, serasker olarak Hüseyin Avni Paşa atanmıştır. Sultan Abdülaziz 30 Mayıs 1876 da darbe ile atanan Şeyhülislam Hayrullah Efendinin fetvasıyla tahttan indirilmiştir. Yerine yine mason olan V. Murat getirilmiştir. Bu sayede Mithat Paşa Osmanlı’nın idaresinde ipleri ele geçirmiştir.
Zamanımızdan geriye baktığımızda yukarıdaki öğrenci hareketleri ile hükumet devirme ve darbe girişimi çok tanıdık değilmi?
Bu dönemde mason olan Sultan V. Murat 33. Osmanlı padişahı oldu. 33. Derece masonlukta en yüksek makamlardandı. Sultan Abdülazziz’i deviren darbe mason Mithat Paşa ekibi tarafından gerçekleştirilmişti ve böylece masonlar Osmanlı idaresini ele geçirmişlerdir.
Mithat Paşa bunu ilan etmek istercesine Kudüs’te Süleyman Tapınağını inşa eden Hiram Usta’nın heykelini Ziraat Bankasının terasına saraya bakar şekilde yerleştirmişti.
V. Murat Sultan Abdülaziz’in 4 gün sonra ölümü (öldürülmesi) ve ardından serasker Hüseyin Avni Paşa’nın öldürülmesi ile bunalıma girmiş ve 31 Ağustos 1876 da 2. Abdülhamit meşrutiyet ilan etmesi şartıyla tahta getirilmiştir.
Abdülhamit’in tahta geçişinden sonra Mithat Paşa Anayasa (Kanuni Esasi) komisyon başkanı oldu. 17 Aralık 1876 da Sadrazam Rüştü Paşa Mithat Paşa’nın sinsi planlarından çekinerek ve hayati tehditten korkarak istifa etti ve yerine Mithat Paşa sadrazamlığa atandı. 23 Aralık 1876 da hazırlanan Kanuni Esasi’de Abdülhamit Han ufak değişiklikler yaptıktan sonra imzaladı. Böylece 1. Meşrutiyet ilan edilmiş oldu.
Padişah II. Abdülhamit 5 Şubat 1877’de Mithat Paşa’yı sadrazamlıktan azlederek, ülke dışına sürdü. Bir süre Avrupa’da kalan ve ertesi yıl Girit‘e dönmesine izin verilen Mithat Paşa, Aralık 1878’de affedilerek Suriye valiliğine atandı.
Abdülhamid tahta çıktığında Osmanlı İmparatorluğu büyük bir bunalım içindeydi. 1875’te devlet borçlarını ödeyemez hale düşerek Muharrem Kararnamesi ile moratoryum ilan etmiş, Rusya’nın kışkırttığı Panslavist akımlarla Balkanlar’da etnik ayaklanmalar baş göstermişti.
Rusya’nın Balkanlar’da ıslahat için teklifler vermiş ve 12 Nisan 1877’de Sadrazam İbrahim Ethem Paşa hükümeti tarafından reddedilmesi üzerine 93 Harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus Savaşı patlak verdi. Abdülhamid’in karşı olmasına rağmen Mithat Paşa, Damat Mahmud Paşa ve Redif Paşa gibi devlet adamlarının ısrarlarıyla savaşa girildi. Rus orduları Balkan ve Kafkas cephelerinde Osmanlı kuvvetlerini yenilgiye uğratarak doğuda Erzurum‘u, batıda ise Bulgaristan‘ın tamamı ile Trakya‘nın İstanbul surlarına kadarki kısmını işgal ettiler. Meclis-i Mebusan’da hükümetin savaş politikalarına yöneltilen ağır eleştiriler üzerine Abdülhamid, meclisi 18 Şubat 1878’de tatil etti. Takip eden 30 yıl boyunca meclisi bir daha toplantıya çağırmadı ve bu süre zarfında meşrutiyet anayasası olan Kanun-ı Esasî’yi kağıt üzerinde de olsa muhafaza ederek, aldığı kararları yine bu anayasaya göre yürürlüğe koydu.
Durumdan rahatsız olan İngiltere, V. Murat‘ı Padişah, Mithat Paşa‘yı sadrazam başbakan yapmak için Genç Osmanlılardan Ali Suavi‘yi tahrik ederek tarihe Çırağan Baskını olarak geçen başarısız darbeyi yaşattı. 23 ihtilâlcinin ölümü ile sonuçlanan bu sonuçsuz darbe, II. Abdülhamid’in hafiye denilen gizli teşkilâtını kurarak daha sıkı idareyi ele almasına mecbur etti.
Buraya kadar Abdülhamit Han’ın etkinliğini yok etmeye dönük bir yönetim şekli Osmanlı’yı felakete sürüklemiştir. 93 Harbi sonrası 3 Mart 1878 de İstanbul surları dışındaki Rusların karargah kurduğu Ayatefanos’ta imzalanan anlaşma ile Balkanlarda ve Kafkaslarda çok büyük toprak kayıpları söz konusu olunca II. Abdülhamit Han’ın kıvrak zekasıyla İngiltere ve diğer Avrupa ülkelerini kullanarak Berlin’de toplanan konferans sonrası imzalanan Berlin Anlaşması ile toprak kayıpları büyük oranda giderilmiştir.
II. Abdülhamit bu durumlar sonucunda kendi etkinliğini güçlü tutmak ve Osmanlı üzerinde oynanacak oyunları önceden tespit ederek etkisiz hale getirecek Osmanlı coğrafyası içinde ve dışında faaliyet gösteren, direk kendisine bağlı Yıldız İstihbarat Teşkilatını kurmuştu. 2. Abdülhamit kendisine “kızıl sultan” denmesine sebep olan bu teşkilat için hatıratında ” Yabancı devletler kendi emellerine hizmet edecek kimseleri vezir ve sadrazam mertebesine kadar çıkarabilmişlerse, devlet emniyet içinde olamazdı. Doğrudan doğruya şahsıma bağlı bir İstihbarat Teşkilâtı kurmaya, bu düşünce ile karar verdim. İşte düşmanlarımın Jurnalcilik dedikleri teşkilât budur” demiştir.
Alman Birliğini kurmuş olan Prens Bismark da buna nazaran:
“Dünyada yüz gram akil varsa, bunun doksan gramı Sultan Abdülhamîd Han’da, beş gramı bende, kalan beş gramı da diğer dünya siyasîlerindedir.” demiştir.
Abdülhamit Han’ın bu uygulamaları sonrasında 1897 yılında, Girit‘in Yunanistan‘a ilhakını isteyen Yunan hükümetinin Tesalya sınırında ihlallere girişmesi üzerine vükela meclisi Mâbeyne çağrıldı. Bunun üzerine. Padişah tarafından, durumun müzakere ve bir neticeye bağlanması için emredildi. Meclis ara vermeden 56 saat durumu konuştu. Savaş yapılmması için direten İzzet Paşa ve çevresindekilere rağmen, Rıza Paşa’nın da desteğini alan, daha doğrusu Rıza Paşa’yı kullanarak savaşa girilmezse Rumeli’nin parçalanacağı öngörüsü ile II. Abdülhamit savaşa hazırlanılmasını emretti. Yunanlıların Alasonya’ya saldırması ile başlayan Yunan Savaşı 23 Nisan 1897 günü Milona’da Osmanlı’nın zaferiyle sonuçlandı ve ordu Atina’ya girdi. Bu Abdülhamit Han’ın zaferiydi. Hainler uzaklaştırılınca zafer kendiliğinden gelmişti.
Abdülhamit’in bu sıkı denetimli yönetimi batıyı çok rahatsız etti. Bu dönemde Osmanlı toprak kaybetmedi. Giderek güçlenmesi üzerine Avrupa ülkelerinin planları ve destekleri ile 1889 da İttihat ve Terakki Cemiyeti kuruldu. Ordu içinde subayları hedef alarak örgütlenen ve güçlenen cemiyet Manastır ve Selanik’te isyanlar çıkardı. Sonuçta II. Abdülhamit 24 Temmuz 1908 de anayası tekrar yürürlüğe koydu ve 2. Meşrutiyet ilan edildi. Yapılan seçimlerle meclis 17 Aralık 1908 de açıldı.
13 Nisan 1909’da İstanbul’da ayaklanma çıktı. Rumi takvimle 31 Mart günü patlak verdiği için bu ayaklanma 31 Mart Olayı olarak bilinir. Selanik’te kurulan Hareket Ordusu 23-24 Nisan gecesi İstanbul’a girerek ayaklanmayı bastırdı.
Ayaklanmanın bastırılmasından sonra sıkıyönetim ilan edildi ve ayaklanmacıların önderleri divanı harpte yargılanarak ölüm cezasına çarptırıldılar. Muhalefet hareketi önemli kayıplara uğradı. Ama en önemli gelişme, Meclis-i Umumi Milli adı altında birlikte toplanan Heyet-i Mebusan ve Heyet-i Ayan’ın 27 Nisan’da II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesini, yerine V. Mehmed‘in geçirilmesini kararlaştırmasıydı. Ayrıca II. Abdülhamid’in İstanbul’da kalması da sakıncalı bulunarak Selanik’te oturması uygun görüldü. Divanıharp II. Abdülhamid’i yargılamak istediyse de, yeni kurulan Hüseyin Hilmi Paşa hükümeti bunu kabul etmedi.
31 Mart ayaklanmasını İttihat Terakki, İngiltere ve Abdülhamid’e Filistin nedeniyle husumet besleyen Mason teşkilatları tertip ederek Abdülhamid’i tahttan indirmeyi amaçlamışlardır. Nitekim Abdülhamit’in tahttan inmesiyle Yahudiler Filistin’de toprak satın alma izni almışlardır. İttihad Terakki ise hiçbir etkisi olmayan padişah Mehmet Reşad sayesinde yönetime tamamen hâkim olmuştur. Abdülhamit’ten sonra imparatorluk hızlı bir parçalanma sürecine giderek İngiltere de istediğini elde etmiş oldu.
İşte 31 Mart vakasının ve II. Abdülhamit Han’ın tahttan indirilmesinin ardındaki gerçek, 1876-1909 arasında toprak kaybetmeyen ve güçlenen Osmanlı idi. Büyük Sultanın tahttan indirilmesi ile amaçları gerçekleşmiş, 10 yılda Osmanlı yıkılmış ve Ortadoğu batının daha doğrusu İngiltere ve Fransa’nın planladığı şekilde parçalanmış, uydu devletler kurularak petrol hakimiyeti sağlanmış ve daha sonra 1948 de İsrail Devleti Filistin’de satın alınan topraklar üzerinde kurulmuştur.
Günümüzden geçmişe baktığımızda, zamanımızda güçlenen Türkiye’nin mimarı Recep Tayyip Erdoğan’ın niçin hedef alındığı ve oynanan oyunların arkasındaki amaçların ve devletlerin kimler olduğu çok net görülmektedir.
DEVAM EDECEK