GELECEĞİN SÜPER GÜCÜ TÜRKİYE’Yİ KUŞATMA PLANLARI

GELECEĞİN SÜPER GÜCÜ TÜRKİYE’Yİ KUŞATMA PLANLARI

                Öncelikle Türkiye batının gözünde daima Osmanlı İmparatorluğunu akla getirmektedir. Bu sebeple bu güce erişmemesi için de Türkiye’nin gelişmesinin, güçlenmesinin engellenmesi için hiç ara verilmeyen kesintisiz tedbirler uygulamak batının vazgeçilmez bir stratejisi olmuştur. Çünkü tarihi itibariyle Türkler, hep büyük devletler kurmuşlardır. Osmanlının tarihi nüfuz alanına ve tecrübesine sahiptir. Türkiye dünya Türklerinin lider ülkesi olduğu gibi, İslam devletlerinin potansiyel lideridir. Müslümanlar dünyada yeraltı kaynaklarının ve enerji kaynaklarının üzerinde oturmaktadır. Türkiye bu liderlik potansiyeli dolayısıyla durdurulması gereken bir ülkedir. Bu, batının ve ABD’nin çıkarları için vazgeçilmez hayati bir konudur.

Bu, son 40 yıllık Türkiye’yi kuşatma planlarını kronolojik olarak çok detaya girmeden değerlendiren genel bir yazıdır.

Özellikle 1980 12 Eylül darbesine kadar Türkiye iç çatışmalar ve bölme gayretleriyle durdurulmaya çalışılmış ve büyük oranda başarılı olmuş, ülkemizde batının kontrolünde ideallerden ve dışa dönük planlardan uzak yönetimlerin başta olması sağlanmıştır. Fakat bu dönem Ortadoğu’da çok ciddi gelişmelerin olduğu bir dönemdir. 1973 yılında Afganistan’da kral Muhammed Zakir Şah Davut Han tarafından devrilmiş ve monarşi sona erdirilmiştir. Davut Han Sovyetler yanlısı bir politika izlerken daha sonraki iç darbeleri takiben 1979 Aralık ayında Afganistan Sovyetler Birliği tarafından işgal edilmiştir. Ayrıca 1 Şubat 1979 da Humeyni İran’a dönmüş ve şah rejimi yıkılmıştır. Yani buradaki gelişmeleri kronolojik olarak değerlendirirsek, 12 Mart 1971 muhtırasının öncesi ve sonrası Türkiye’deki gelişmelerin soğuk harp dönemindeki gerekçeleri açıkça görülecektir. Afganistan’da 1970 başları karışıktı ve Sovyetlere yakın ilişkiler gelişmekteydi. Neticede Monarşi  1973 de sona ermiş ve Davut han Demokratik Cumhuriyeti ilan etmiş ve Afganistan Sovyetlerin bir nevi hegemonyası altına girmişti. Bu Sovyetlerin Ortadoğu’ya inmesi demekti. Ayrıca İran’da şah rejimi sarsılmaktaydı. 1979 Aralık ayında Sovyetlerin Afganistan’ı işgali gerçekleşmiştir. Yine 1 Şubat 1979 da Humeyni İran’a dönmüş ve Şah devrilmiştir. İran’da Humeyni tarafından İslam Cumhuriyeti kurulmuştur. İşte bu gelişmeler ABD tarafından endişe ile karşılanmıştır. Her iki gelişmede büyük tehditti. ABD hemen Pakistan yönetimini yanına almış ve anlaşmalar yapmıştır. Fakat böyle tehditler ABD’nin gözünü aynı zamanda Türkiye’ye çevirmesine neden olmuştur. Bütün bunlar Türkiye’nin sağlama alınması gerekliliğini ortaya koyuyordu. Bu sebeple sağ sol çatışması, alevi Sünni çatışması giderek kışkırtılarak arttırılmıştır. Karışıklıklar içine sürükledikleri Türkiye’de ihtilal alt yapısı bu çatışmalarla olgunlaştırıldıktan sonra 12 Eylül 1980 ihtilali gerçekleştirilmiştir. ABD yetkilileri bizim çocuklar başardı diyerek bu ihtilali dillendirmişlerdir. Bu ihtilalle ABD yanlısı bir yönetim oluşturulmuş, Yunanistan tekrar NATO’ya alınmıştır. Bu sayede ABD Türkiye’de kendisine tehdit oluşturacak sürpriz gelişmeleri önlemiştir.

Fakat 6 Kasım 1983 seçimlerinden sonra ABD’nin planlarının aksine darbecilerin destekledikleri Turgut Sunalp’in aksine Turgut Özal’ın iktidara gelmesiyle toplumun durdurulan enerjisi açığa çıkmış ve büyük atılımcı, dışa açık, sermaye hareketleri ve teknolojik gelişimleri yakinen takip eden uygulamalar başlamıştır. Siyasi, ekonomik ve stratejik planları değişmeye başlamıştır. Türkiye’de müthiş bir ekonomik dinamizm gelişmeye başlamış, 1 cente muhtaç olan ülke turizm, üretim ve ihracat hamleleriyle dışa bağımlı mali durumunu düzeltmeye başlamıştır. Bu hareketlilik toplumda yer bulmuş ve millet Turgut Özal’ı tekrar iktidara getirmiştir. Türkiye artık kendi iç dengelerini kurmaya ve başını kaldırarak çevresine bakmaya başlamıştır. Bu, 10 yıllık bir sürede meydana gelen atılım, ülkeye çağ atlatmış ve kendine güvenini arttırmıştır. Bunun devam etmemesi için tedbirlerin acilen alınması ABD’nin hızla hareket etmesi gerekliliğini ortaya koymuştur.

Öncelikle İran’da Humeyni devrimi sonrası İsrail karşıtı ve tehdidi bir yönetim (İran İslam Cumhuriyeti) iktidara gelmiştir. ABD bu tehdidi ortadan kaldırmak için Irak’ta Saddam Hüseyin’i İran’a karşı kışkırtmış ve 8 yıl süren İran Irak savaşında Irak’ı desteklemiştir. Savaş sonrası Irak adına istenen netice alınamamıştır. İran Ortadoğu’da daima bir soru işareti olmuştur. Güçlü ve ABD desteğindeki şah yönetimi Fransa’dan gelen Humeyni vasıtasıyla yıkılmıştır. Bu, benim aklımda daima şüphe uyandırmıştır. Hem ABD’ye hem İsrail’e düşman olabilecek bir devlet nasıl Fransa eliyle kurulabilirdi?. Altta yatan hesapların mutlaka olması gerekir. Ortadoğu’da bir şii devlet kurulması, diğer Ortadoğu ülkelerini, Irak, Suudi Arabistan vb. devletler için bir tehdit algısıydı ve bu ülkelerin ABD’ye teslim olması demekti. Nitekim Irak’ta Saddam Hüseyin’i kışkırtan ABD İran’a saldırmasını sağlamış ve 8 yıl boyunca bu savaşta Humeyni rejiminin kuruluşundaki rolünü gizlemiş, İran’da devrimi birlikte gerçekleştiren sol ve Sovyet yanlısı grupları bu savaş sayesinde halkın Humeyni etrafında kenetlenmesi ile bertaraf etmiştir. Irak’ın savaşın başlarındaki başarısını ve ilerleyişini de bir şekilde stratejik ve taktik hareketlerle durdurmuş ve güçlü bir Irak oluşmasını da önlemiştir. Neticede Saddam Hüseyin İsrail aleyhtarı politika izliyordu.

Bu dönemde Türkiye’nin giderek güçlenmesinin de mutlaka önlenmesi gerekiyordu. Çünkü Turgut Özal güçlü Türkiye sinyalleri vermekte ve bölgede Osmanlı nüfuzunu hatta daha fazlasını akla getirmekteydi.

Rahmetli Turgut Özal Barzani ve Talabani’ye T.C. pasaportu vermişti. O zaman muhalefet buradaki stratejiyi anlamamış ve ya hainlikten karşı çıkmıştı. Gerçekte ise bu kişilere verilen pasaport, “Kuzey Irak T.C. topraklarıdır ve orada yaşayanlar bizim ülkemize aittir” demekti

Sovyetler Birliği’nin yıkılması sürecinde Azerbaycan, Özbekistan, Türkmenistan, Kazakistan ve Kırgızistan bağımsızlığını kazandı. Rahmetli Turgut Özal, bağımsızlığını kazanan bu ülkelerle Türkiye’nin sıkı işbirliği geliştirmesi için çaba harcamış ve 1992 yılında Ankara’da Türk dili konuşan ülkeler 1. Doruk Toplantısı yapılmıştı.  2000 yılına kadarki tüm zirvelerde 6 ülkeden de devlet başkanları düzeyinde katılım gerçekleşmiştir. 2000 yılında Bakü’de düzenlenen 6. zirveye, Türkiye, Kazakistan ve Kırgızistan devlet başkanı düzeyinde katılırken, Özbekistan ve Türkmenistan meclis başkanları tarafından temsil edilmiştir. 2001 yılında düzenlenen 7. zirvede ise, Özbekistan meclis başkanı düzeyinde katılırken diğer ülkeler devlet başkanı düzeyinde temsil edilmiştir.

2001 den 2006 ya kadar bu birlik toplanamamıştır. 2001 yılında ABD Afganistan’ı işgal etmiştir. Bu şekilde Türk dünyasının kalbine ve beynine yerleşmiştir.

2006 yılında düzenlenen 8. zirvede, Kazakistan, Kırgızistan, Azerbaycan ve Türkiye devlet başkanı düzeyinde temsil edilirken, Türkmenistan büyükelçi düzeyinde zirveye katılırken, Özbekistan zirveye katılmamıştır. Kazakistan, Kırgızistan, Azerbaycan ve Türkiye diğer Türkçe konuşan ülkeler katılmasa bile 4’lü olarak zirvelerin devam edeceğini belirtmiştir. Buna bağlı olarak dört ülke TÜRKPA adı altında yeni bir oluşum içine de girmiştir.

Özbekistan başta Türkiye kaynaklı irticai faaliyetler gerekçesiyle Türkiye’ye uzak durmakta ve Türkiye ile resmi ilişkilerini asgari düzeyde tutmaktadır. Komşu Türkçe konuşan ülkelerle de sınır sorunları nedeniyle onlarla da ilişkilerini düşük seviyede tutmaktadır.

Rusya Federasyonu, bu zirveye bünyesindeki Türk halklarını temsilen gözlemci olarak katılmak istemektedir.

Ekim 2009’da Nahcivan’da yapılan zirveye Özbekistan hariç diğer Türki ülkelerin hepsi katılmıştır. Türkmenistan da yüksek düzeyde temsil edilmiştir. Nahcivan Antlaşması’yla Türk Dili Konuşan Ülkeler Zirvesi, kurumsallaşarak Türk Konseyi‘ne dönüşmüştür.

Toplantılar[

Ortadoğu’da ABD enerji kaynaklarını kontrol eder görünürken, gerçekte esas olarak Türkiye’yi kuşatma planları yapıyordu. Çünkü Türk milleti sağduyusuyla Turgut Özal’a müthiş destek veriyordu. İşte bu dönemde ABD Türkiye’de taktik değiştiriyor sağ sol çatışmasından Türk Kürt çatışmasının tohumları atılıyordu. Bu amaçla CIA kontrolündeki MİT kontrol ve desteğindeki Abdullah Öcalan’a 1970 lerde kurdurulan PKK 15 ağustos 1984 de Eruh’a saldırıyor, 1 askerimiz şehit oluyor ve PKK geçici olarak Eruh’ta güç gösteriyordu. Bu, Türkiye’de oynanan çok ciddi ve giderek artacak ve ülkemizin bütün enerjisini, mali kaynaklarını, birlik ruhunu çökertmeye dönük, kendine olan güvenini sarsıcı bir oyundu. ABD her duruma göre kurduğu A, B, C planlarını devreye sokuyordu.

Bu arada Afganistan’daki işgal ve savaşta Sovyetler Birliği büyük ekonomik ve psikolojik darbeler almış ve içten içe sarsılmaya başlamıştı.

1980’li yılların sonuna gelindiğinde Sovyetler Birliği’nin batı bloku ile girdiği silahlanma yarışından mağlup bir şekilde ayrıldığı artık açıktı. Öyle ki bu amansız yarış Sovyetler’in ekonomisinde tamiri imkânsız büyük yaralar açmış, birliğin parçalanmasındaki en önemli unsuru oluşturmuştur.

Durdurulamayan bu parçalanma süreci, 1985 yılında Mihail Gorbaçov‘un birliğin başkanı olmasıyla bu süreci durdurmak için yeni önlem paketleri ortaya atılmasına yol açmıştı. Temelde Glasnost (açıklık) ve Perestroyka (yeniden yapılandırma) olarak kendini gösteren bu politikalar bazı ekonomik, sosyal ve siyasal hakların verilmesi ve bu konularda daha esnek bir yönetim anlayışının benimsenmesi prensibini içeriyordu. Ancak bu politikalar zaten parçalanmakta olan birliği bir arada tutmaya yetmedi. Aksine, süreci hızlandırıcı etki yaptı. Glasnost ve Perestroyka’nın sağladığı özgürlük ortamından yararlanan tüm bastırılmış görüşler daha rahat çalışabilecekleri göreceli olarak liberal ortama kavuştular. Bu durumdan rahatsız olan ve Sovyetler’in eskisi gibi yönetilmesini savunan bazı generaller ve politbüro üyeleri Mihail Gorbaçov’a karşı darbe girişiminde bulundu. Boris Yeltsin tarafından engellendiği ileri sürülen bu darbe, birliğin birkaç ay içinde parçalanmasına yol açtı. Aralık 1991 yılında bir araya gelen BelarusUkrayna ve Rusya başkanları Sovyetler Birliğini fesh ettiklerini ve bunun yerine Bağımsız Devletler Topluluğu‘nun kurulduğunu karara bağladılar.

25 Aralık 1991 tarihinde SSCB Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov‘un istifa etmesinin ardından Sovyetler Birliği’ni teşkil eden cumhuriyetlerin bağımsızlığını kazanmalarıyla Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılmıştır.

ABD 1980 lerden itibaren bu gelişmeleri yakından takip ediyor ve SSCB nin dağılışını öngörüyordu. Böyle bir durumda SSCB içindeki Türki devletler bağımsızlığını kazanacaktı. Bu durum oluştuğunda Türkiye güçsüz olmalıydı ve Türki devletlerin doğal lideri konumunda görülmemeli, kendi derdiyle uğraşmalıydı.

ABD Türkiye’nin zayıf karnını yakalamıştı ve buraya yani Güney Doğu Anadolu ve Kürtler üzerine oynayacaktı. Bunun için PKK’nın konuşlandığı Kuzey Irak istikrarsızlık içinde olmalıydı.

Bunun için Saddam Hüseyin üzerinden oynanarak Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesi sağlandı. 02 ağustos 1990 da Irak Kuveyt’e saldırarak işgal etti.

 

ABD’nin Bağdat’taki büyükelçisi olan April Glaspie’nin 25 Temmuz 1990’da Irak lideri Saddam Hüseyin’le yaptığı görüşmede Araplar arasındaki sorunlara karışmak istemediğini belirtmesi, 2 gün sonra da Bağdat’tan ayrılması ve Irak’ın Kuveyt sınırına asker yığdığını bilmesine rağmen ABD yönetiminin ciddi bir uyarıda bulunmaması ABD’nin bilinçli olarak Irak’a yeşil ışık yaktığı şeklindeki değerlendirmelere yol açtı. ABD’nin bu savaştan elde ettiği kazançlar şöyle sıralanabilir;

500,000’den fazla askeri Orta Doğu’ya kaydırıp Irak’ı kesin bir yenilgiye uğratarak uluslararası alanda lider olduğunu ve Vietnam sendromunu atlattığını göstermesi.

Savaşın maliyetinin önemli bir kısmının Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Bahreyn, Umman, Japonya ve Almanya gibi ülkelere yüklemiş olması.

Kuveyt, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Katar, Umman gibi ülkelerin petrollerinden uzun bir süre bedava faydalanması.

Demode olan ve silahsızlanma anlaşmaları doğrultusunda elinden çıkarmak zorunda olduğu silah ve cephanenin bir kısmını burada kullanarak bunlardan kolay yoldan kurtulması.

Yeni silah sistemlerini gerçek savaş ortamında denemesi ve geliştirmesi.

Saddam’ı devirmeyerek ondan çekinen tutucu Körfez ülkelerine daha sonraki dönemde büyük miktarlarda silah satarak fazladan büyük kârlar elde etmiş olması.

Irak’ı fiilen üçe bölerek ve ambargo uygulayarak zayıf tutması ve bu ülkenin petrol ihracını baskı altına alarak uluslararası alanda petrol fiyatlarını denetleyebilmesi.

Irak’ı zayıflatarak İsrail için bir tehlike olmaktan çıkartması.

Burada ABD’nin en önemli kazancı Saddam Hüseyin’e 688 sayılı BMGK kararıyla 36. paralel kuzeyine uçuş ve müdahale yasağı sağladılar.

Mart nisan 1991 de Türkiye’ye büyük Kürt kaçışı meydana geldi. Bu ortamda ABD çekiç güç oluşturarak sözde Saddam’ı kontrol perdesinde PKK’nın lojistik, stratejik ve taktik geliştirilmesini sağladılar.

Bu arada Ermenistan Azerbaycan toprağı olan Dağlık Karabağ ve Laçin’i işgal etti. Bu şekilde Türki devletlere “bakın Türkiye kendi derdiyle uğraşıyor, sizi göremez bile” demiş oldular.

Bu şekilde Türkiye’nin bölge üzerindeki nüfuzunu ve prestijini sarsmış oldular. Ayrıca bölgedeki bu boşluğu ABD doldurmaya ve bu ülkeleri kendi stratejileri doğrultusunda kullanmaya çalıştı.

11 eylül 2001 New York terör olaylarından sonra ABD, El Kaideyi hedef göstererek 7 ekim 2001 de Afganistan’a girdi. Taliban yönetimini yıkarak Karzai’yi yönetime getirdi. Bu şekilde Orta Asya’nın göbeğine, Türk dünyasının kalbine ve beynine  yerleşti.

        Dikkat edilirse Turgut Özal’ın 1992 de kurduğu Türkçe konuşan ülkeler konsey toplantıları 2001 de sekteye uğramış ve 2006 yılına kadar toplanamamış ve işbirliği zayıflatılmıştır.

Toplantılar[

Yukarıdaki toplantı tarihleri dikkate alındığında ABD’nin Afganistan’ı işgalinin gerçekte ne için yapıldığı ve başarıya ulaştığı net olarak görülecektir.

ABD, İslam Kerimov’u 11 Eylül’den sonra terörle savaş kapsamında yakın müttefiği olarak görmektedir. Müttefiklik ilişkisinin somutlaşması, Kerimov’un Afganistan’da Taliban’a karşı operasyonlarda kullanılmak üzere sınırdaki Hanabad askeri üssünü ABD kullanımına açmasıyla gerçekleşti. ABD-Özbekistan ilişkileri özellikle 2002 Mart’ında Bush ile Kerimov arasında imzalanan Stratejik Ortaklık Deklarasyonu ile daha da güçlendi. Bu çerçevede müttefiklik ilişkisi yalnızca terörle savaş kapsamında kalmamakta, artık ABD Özbekistan’ı nükleer silahsızlanma ve uyuşturucu trafiğinden, Irak ve Küba’ya kadar güvenlik ve dış politika konularında da güvenilir bir ortağı olarak görmekteydi.

ABD Kırgızistan’da başkent Bişkek’te Manas askeri üssünü kurmuştur.

ABD’nin, 2014 yılında uluslararası koalisyon güçlerinin Afganistan’dan çekilmesinden sonra kapatılması öngörülen Kırgızistan’daki ABD askeri üssüne alternatif olarak Tacikistan’ı gördüğü bildirildi.

ABD Temsilciler Meclisi üyesi Dan Burton, Tacikistan’da yaptığı temasların ardından düzenlediği basın toplantısında, ülkesinin Tacikistan’ı 2001 yılından bu yana ABD askeri üssünün bulunduğu Kırgızistan’daki Manas askeri üssüne alternatif olarak gördüğünü söyledi.

Burton, 2014’te uluslararası koalisyon güçlerinin Afganistan’dan çekilmesinin ardından ABD’nin Kırgızistan’daki Manas askeri üssünün kapatılacağını dile getirerek, bu çerçevede El Kaide ve Taliban da dâhil ayrımcı ve terör örgütlerine karşı güvenliği sağlayacak yeni bir üssün zamanında oluşturulması meselesinin ortaya çıkacağını kaydetti.

Tacikistan’ın bölgesel güvenliğin sağlanmasında önemli rol oynadığını vurgulayan Burton, “Tacikistan, Orta Asya’nın kalbinde yerleşmiş bulunuyor ve bu yüzden de bölgesel süreçlerde kilit ülke konumunda” diye konuştu.

 

Bizim coğrafyamızda başka bir ülkeye üs verilmesi ciddi bir milli egemenlik tartışması başlatırken, Türk devletlerinin içinde bulunduğu güvensizlik nedeniyle Orta Asya’da çok farklı bir süreç yaşanıyor. Yönetimler adeta ABD’ye üs sağlamada geri kalmamak için birbirleriyle yarışıyor. Bölge ülkeleri arasındaki liderlik yarışı da bu yarışı kızıştırıyor. Mesela Afganistan’la sınırı olmayan tek Türk devleti olan ve Özbekistan’ın aşırı öne çıkmasından kaygılanan Kazakistan yeni şekillenen Orta Asya’da ABD ile ilişkilerde geri kalmamaya büyük önem veriyor. Nitekim Powell’ın Astana ziyaretinde Kazak Devlet Başkanı Nur Sultan Nazarbayev, ABD’ye üs dahil her türlü kolaylığı sağlamaya hazır olduklarını söylüyordu. Hadiselerin başladığı eylül ayından beri Kazak yetkililer ABD’ye üslerinden yararlanma önerisinde bulunmuş ve bunu birkaç kez tekrarlamışlar. Ekim ayında ise Semipalatinsk ve Şimkent üslerinin Amerikalılar’ın kullanımı için düşünüldüğünü belirtmişlerdi. Şu ana kadar hangi Kazak üslerinin kullanılacağı konusu netlik kazanamadı.

Hâlâ güvenliği ülke içinde bulunan 20 bin Rus askeri sayesinde sağlanan ve Orta Asya’da Moskova’nın en etkili olduğu Tacikistan da ABD’ye 3 üs önererek yarıştan kopmamaya gayret etti. Başkent Duşanbe’nin güneyindeki Kulyab üssünde 20 civarında Amerikan savaş uçağı konuşlanmış durumda. Tacikistan, Amerikan Savunma Bakanı Rumsfeld’in ziyaretinden sonra güneydeki Kurgan—Tyube ve kuzeydeki Hocand adlı iki üssü daha Amerika’ya tahsis etmişti.

Bu yarışta bilinçli olarak geri duran tek Türk devleti Türkmenistan oldu. Çünkü Devlet Başkanı Türkmenbaşı tarafsızlık siyasetinin gereği olarak tüm güçlere eşit mesafeli bir politika izlemekte kararlıydı. İlk bakışta krizden en az baş ağrısıyla çıkmanın formülü gibi görülen bu yaklaşım da, tamamen bedelsiz değil. Türkmenistan açısından şimdilik bu tavrın bedeli, Afganistan’da yaşayan 3.5 milyon Türkmen’in Bonn ve Kabil’deki yeni yönetim hesaplarında kaale alınmaması oldu.

Bütün bu stratejik uygulamalar ABD için Rusya, Çin ve İran’ın kalbine yerleşmek amaçlı olduğu kadar, geleceğe dönük bakıldığında bu bölge ülkelerinin Türkiye’den uzak kalmalarını sağlamaktır. ABD asla sadece güne dönük planlar yapmamakta onlarca yıl ötesine uzanan planlar yapmaktadır.Türki devletlerle ilişkilerini devam ettirirken onların birlik haline gelmesine de fırsat vermeyecektir. Eğer Türkiye bu bölgeye girerse siyasi, kültürel, askeri ve ekonomik birlik oluşturma ihtimali yüksektir. Bu sebeple ABD Türkiye’nin bu bölgede güç oluşturmaması içiçn her şeyi yapacaktır.

Turgut Özal, Balkanlar ve Türki devletler ziyaretlerinde Türkiye’nin nüfuz sınırlarının Adriatik’ten Çin’e kadar olduğunu sıklıkla dile getirmesi ve bu bölgeler içinde büyük bir psikolojik güç ve liderlik pozisyonu kazanmasından dolayı Türki devletler gezisinden sonra öldürülmüştür.

Turgut Özal’ın ölümünden sonra yine siyasi oyunlarla Türkiye’nin bu gücü yok edilmeye çalışılmış ve ekonomik çalkantılarla ülke karşı karşıya bırakılmıştır. Ülkede milletin manevi gücü yok edilmeye çalışılmıştır. 1995 5 aralık seçimleri sonrası Refah partisi birinci parti olarak çıkmış, Türkiye tekrardan güven kazanmaya başlamış ve 1997 martında D8 ülkeleri birliği (en büyük 8 İslam devletinin ekonomik ve siyasi birliği) kurulmuş, Türkiye liderliğinde ilk toplantısını ve teşkilatlanmasını İstanbul’da gerçekleştirmiştir. Böylece Türkiye Türk dünyasından sonra İslam dünyasına açılmış ve liderliğini onaylatmıştır.

Fakat bu gelişim batıyı ve ABD’yi rahatsız etmiş ve Türkiye’deki hakim güçleri kışkırtarak (ordu, basın, yargı, iş dünyası ve sendikalar) 28 şubat post modern darbesini gerçekleştirerek Refah partisi ve Necmettin Erbakan liderliğindeki hükümet yıkılarak, yapay transferlerle partiler kurulmuş ve zoraki bir hükümet kurulmuştur.

Bu, Mesut Yılmaz liderliğinde kurulan hükümetle ülkede hortumlamalara dayalı soygunlar, yeni kukla zenginler oluşturulmuştur. Ülke giderek ekonomik buhranlara doğru yol almış ve yine dışa bağımlı hale gelmeye başlamıştır.

1999 seçimlerinde millet Refah Partisinin tasfiyesini görerek ürkek erkek edebiyatı yaparak oy isteyen MHP yi ikinci parti yapmış, fakat Devlet Bahçeli liderliğindeki MHP başbakan olma imkânını tepmiş ve Bülent Ecevit’in liderliğinde üçlü koalisyon hükümeti kurulmuştur. Bu dönem ülkemiz için ABD’nin de planladığı gibi bir felaketler dönemi olmuş, büyük ekonomik ve siyasi krizler oluşmuş, gecelik faizlerin %1500 e çıktığı 2001 krizi sonrası ABD’den Kemal Derviş getirilmiş ve böylece Türkiye bir uydu devlet haline getirilerek İMF kontrolünde bir ülke haline gelmiştir.

2001 krizi sonrası Türkiye İMF ile stanby anlaşmaları yaparken 300-500 milyon dolar alabilmek için her türlü zorlamalara ve tavize boyun eğiyordu.

2002 3 Kasım seçimlerinde Türk halkı yine büyük sağduyusunu ve genetik şifrelerini kullanıyor ve kendini ve değerlerini paylaşacağına inandığı Ak Partiye 363 milletvekili çıkaracak şekilde %35 destek veriyordu.

Bu seçimlerden sonra Türkiye’de siyasi istikrar yakalanmış, AB yolunda büyük demokratikleşme hamleleri yapılmış, bunun yanında büyük ekonomik ve tüm alanlarda yatırım ataklarıyla ülkemiz hayal dahi edilemeyen gelişmeler sağlanmıştır.

Şu ana kadar yapılan 2004 yerel, 2007, genel, 2009 yerel ve 2011 genel seçimleri yanında 12 eylül 2010 anayasa referandumunda halkımızın Ak Partiye ve Recep Tayyip Erdoğan büyük bir teveccüh ve güven göstermiş her seçimde daha da artan oy oranlarıyla desteğini göstermiştir.

2002 3 Kasımdan sonra zamanımıza kadar halkımızın bu engin tecrübesiyle iktidarını güçlendiren Recep Tayyip Erdoğan Türkiye’nin ayağına vurulmuş bütün prangaları tek tek yok etmiştir. Ordu içindeki cuntacı ve halkın değerlerine düşman ve muhtemeldir ki yabancı güçlerin işbirlikçisi darbeci bütün girişimleri ve mensuplarını açığa çıkarmış, hukukun üstünlüğüne dayalı, halkın iradesini tek değer kabul eden bir yönetim anlayışının yerleşmesini sağlamıştır. Askeri vesayet artık sona ermiş, halkımızda, hâkimiyet gerçekten benim inancı pekişmiştir.

Recep Tayyip Erdoğan bu demokratik atılım ve dönüşümün yanında ülkemizde sanayi, ulaşım, haberleşme, bilgi teknolojileri, askeri atılımlar, eğitim, sağlık alanındaki dönüşümler, üretimin sanayiye dönüşmesi, durmayan ve dünyadaki ekonomik durgunluğa ve hatta geriliğe rağmen büyüme rakamları, ihracat hamleleri vb. gelişimlerle İMF ye borçlar bitmiş, dış borcun gayrı safi milli hasılaya oranları %40 a gerilemiş, dışabağımlılık sona ermiştir. Artık güçlü ordu güçlü Türkiye sloganından güçlü ekonomi, güçlü Türkiye güçlü ordu görüşüne dönülmüştür. Ordumuzun güçlenmesi adına savaş gemileri, helikopterler, uçaklar, çeşitli silahlar yanında en önemlisi kendi istihbarat uyduları ve savaş haberleşme ve uçaklarımızın ve ordumuzun komuta kontrol yazılımları tamamen milli hale geliyor. Ordumuzun donanımı dış müdahale ihtimallerinden kurtuluyordu.

Ülkemizde ordumuzun içindeki cuntacı ve darbeci odakların temizlenmesiyle terör konusunda da büyük başarılar kazanılmış, 2012 yılı bizim yılımız olacak diyen terör örgütünün hezimet yılı olmuştur. Bu sayede terör örgütü büyük moral kaybına uğramış, ümitlerini kaybetmiştir. Bunun yanında hükümet kazandığı başarıların yanında insan hakları yönündeki girişimleri sonucu demokratikleşme ve kardeşlik sloganıyla Kürt meselesinde çözüm sürecini başlatmıştır. 1 yıl boyunca şehit verilmemiş, hem Kürt hem Türk insanında artık barış umutları oldukça yükselmiştir.

Bütün bu gelişmeler ve kendi içindeki sorunları çözen Türkiye artık gözünü dışarıya ve bölgeye çevirmiş ve ben de varım demiştir. İşte bu andan itibaren Türkiye’nin bir süper güç olma yolunda olduğu iç ve dışardaki herkes tarafından kabul görmeye başlamıştır. Bu beraberinde ABD ve batının gözündeki Türkiye Osmanlı korkusunu canlandırmıştır.

Recep Tayyip Erdoğan’ın Davos’ta Şimon Peres’ e katil deyip rest çekmesi bütün islam aleminde halkın üzerinde lider Türkiye, lider Erdoğan zihniyetini oluşturmuş, Mavi Marmara ile bunu güçlendirmiştir. Artık Türkiye İslam dünyasının psikolojik ve gönüllerdeki lideri olmuştu. Ayrıca komşularla sıfır problem politikası başarı kazanmaya başlamıştı.

Libya lideri Kaddafi Erdoğan’a 29.11.2010 da insan hakları ödülü vermiş Libya ile ilişkiler güçlenmişti.

Mısır’la ilişkilerde çok olumlu seyretmekteydi. Taha Kıvanç 15 Aralık 2010 tarihinde Yeni Şafak gazetesinde “Dışişleri Bakanı Prof. Ahmet Davutoğlu’nun Kahire gezisinde gözlemlediğim samimi hava, bana kimbilir kaç kez “Maşallah” dedirtti. İki ülke arasındaki ilişkiler hiç bu kadar düz ve az sorunlu olmamıştı”demiştir.

30 Ocak 2011 tarihli Hürriyet web sitesinde “Mısır’da yaşanan son gelişmeler nedeniyle, dünyanın gözleri Mısır’a çevrilirken, Mısır’a 2010’da Türkiye 2,3 milyar dolarlık ihracat gerçekleştirdi ve bu ülkeden 926,3 milyon dolarlık ithalat yaptı.
Türkiye, Mısır’a altın, demir-çelik, binek otomobil satarken, Mısır’dan bakır tel, petrol gazı, karbon ve pirinç satın alıyor.

Mısır’da 205 Türk firmasının yaklaşık 1,5 milyar dolarlık yatırımı bulunuyor. Söz konusu yatırımların büyük bölümü de başkent Kahire ve İskenderiye’de yer alıyor. Bourgel Arap Bölgesi’nde de çok sayıda Türk firmasının yatırımı bulunuyor.” Diyerek Mısırla ilişkilerin çok iyi olduğunu vurguluyordu.

Suriye ile ilişkiler güçlenmiş ve ortak bakanlar kurulu toplantıları yapılır olmuştur.26 Nisan 2009 tarihinde iki ülke kara kuvvetleri arasındaki dostluk, işbirliği ve güveni pekiştirmek için üç gün süren ortak bir askeri tatbikat  girişimi ile, 27 Nisan günü başlayan tatbikat Kilis‘teki Yüksektepe Hudut Karakolu ile Suriye’nin Şamarin-Azez bölgesinde icra edilmiştir. Tatbikat, İsrail’in tepkisine neden olmuş ve Türkiye ile İsrail arasında bir krize neden olmuştur. Tatbikatın başladığı gün olan 27 Nisan 2009 tarihinde açılışı yapılan 9. Uluslararası Savunma Sanayi Fuarı (IDEF’09) sırasında ise Suriye Savunma Bakanı Hasan Türkmeni ve Türkiye Millî Savunma Bakanı Vecdi Gönül arasında sanayi işbirliği anlaşması imzalanmıştır.

27 Nisan ve 29 Nisan 2010 tarihleri arasında ikinci ortak askerî tatbikat yapılmıştır. Türkiye’nin ev sahipliğinde Kilis’teki Yüksektepe ve İnanlı sınır karakollarında icra edilen tatbikata Türkiye’den iki Suriye’den ise bir sınır birliği katılmıştır.

Artık batının ve ABD’nin gözünde bu birliktelik Türkiye, Libya, Suriye ve Mısır arasında siyasi, ekonomik ve askeri işbirliğine dönme riskini taşıyordu.

ABD ve batı bu İsrail karşıtı cephe gibi algılanan birliğe engel olmak ve Türkiye’nin liderlik pozisyonuna darbe vurmak zorundaydı. İşte bundan sonra Tunus’la başlayan, Mısır’la devam eden ve Libya’da iç savaşa ve Kaddafi’nin devrilmesine giden ve sonunda Suriye iç savaşıyla süren bir bölge harekâtı başlamıştır.

Önce 14 Ocak 2011 de Tunus’ta Bin Ali rejimi Yasemin devrimiyle sonlandırılıyor, ardından 11 Şubat 2011 de Hüsnü Mübarek Mısır’da istifa ediyor ve bu rejimde bitiyordu. Libya iç savaşı sonrası 20 Ekim 2011 de Kaddafi rejimi Sirte’nin düşmesi ile sona eriyordu.

Dikkat edilirse bütün bu olaylar Recep Tayyip Erdoğan’ın Davos’ta “one minute” çıkışı (30 Ocak 2009) ve Mavi Marmara baskını (31 Mayıs 2010) sonrası gelişiyor ve Türkiye’nin güç birliği oluşturduğu ülkelerde yeni yönetimleri kendi kontrollarına alabilmek amacıyla ABD ve batı tarafından gerçekleştiriliyor, demokrasi hareketleri,” arap baharı” adıyla kamufle ediliyordu.

Mısır’da Mübarek’in devrilmesinden sonra seçimle iş başına gelen cumhurbaşkanı Muhammed Mursi İsrail’e cephe alınca ve Türkiye ile kenetlenince, O’nu da askeri darbeyle devirdiler. Demokrasi diyen batı darbeye destek verdi. Darbecilerin Rabia meydanında ve diğer gösterilerde masum ve silahsız Müslüman kardeşler taraftarları ve darbe karşıtlarına ateş açması ve binlercesini katletmesine rağmen ses çıkarmadılar. Sebep Mursi’ye karşı olmak değil Türkiye ile dost olması ve İsrail’e tehdit oluşturmasıdır. Türkiye ile dost olmak yok edilmenin en önemli sebebidir.

Aynı şekilde Libya ile ilişkilerimiz geliştikçe orada da aşiret çatışmalarını kışkırttılar ve Libya’yı da istikrarsızlaştırdılar ve tehdit ettiler.

Amaç Türkiye’nin oluşturmak istediği güç çemberini kırmaktı.

Tunus’ta da aynı şeyleri yapma ihtimalleri yüksektir.

Suriye’de planlanan iç savaşla Türkiye’nin en uzun sınır bölgesini istikrarsızlaştırmak, Türkiye’yi bir mezhep savaşının içine çekmek, Suriye ile oluşturduğu güçlü dostluğu yok ederek İsrail’i güvenceye almak, Türkiye’nin bütün enerji ve gücünü yok etmek istemişlerdir. Beşer Esed’in gönderilmesi gerektiğini söyleyip muhalefeti destekler gibi görünürken, Suriye muhalefetini birbirine düşürerek ve savaştırarak hem silah satıp hem de Esed’in elini rahatlatıyorlardı. Amaç, Suriye’de demokrasi değil istikrarsız ve İsrail’e tehdit olmayan bir durum oluşturmaktı. Aynı zamanda bu bölgeden Türkiye’ye çeşitli terör tehditleri oluşturmak, korkutmak ve Türkiye’yi teslim almaktı. Reyhanlı ve diğer birçok terör ve bombalama olayları bu sebepledir.

Türkiye, bütün bu tehdit ve istikrarsızlaştırma politikalarına rağmen gücünü arttırmaya devam edince ve çözüm süreciyle Kürt sorununu halletme yoluna girince Türkiye’nin içine dönük faaliyetler, Erdoğan’ ı zayıf düşürecek ve O’nu teslim almaya yönelik planlar devreye sokulmaya başlamıştır.

Önce 7 Şubat 2013 de MİT müsteşarı Hakan Fidan’ı (ki kendisini İsrail düşman ilan etmiştir) tutuklamak bu sayede çözüm sürecini baltalamak ve Erdoğan’ı hain göstererek yok etmek istemişlerdir. Fakat Recep Tayyip Erdoğan, hayatında hep sorun ve tehditlerle bu seviyeye geldiğinden durumu çabuk kavrayarak yasal bir düzenleme ile bu durumu engellemiştir.

Ardından Mayıs 2013 de Başbakan Tunus’ta yine eski dost İslam ülkelerini yanına almaya çalışırken bu defa Gezi Parkında ağaç kesimine karşı imajı verilen ve dayanın hükumeti yıkıyoruza gelen Gezi olaylarını çıkarıyor ve görüntüleri CNN TV  dünyaya canlı yayınlıyordu. Gezi olaylarında Kemalist, PKK’lı, ulusalcı, devrimci vb. hiç bir şekilde bir araya gelmez denen gruplar bir araya gelerek tedhiş ve terör olayları meydana gelmiştir. Bu grupların bile bir araya gelmesi bu olayların nasıl dış kaynaklı bir organizasyon olduğunu açıkça göstermektedir. Bu olaylar esnasında Türkiye istikrarsızlaştırılmak istenmiş ekonomik olarak çöküşü planlanmıştı. Fakat Erdoğan bütün bu planların hepsini boşa çıkardı. Tabii ki Türkiye üzerine plan kuranların heybesinde daha çok planlar vardı.

Bu aşamaya kadar hep muhafazakâr kesimlerin dışındakileri kullanan güçler bu planlar tutmayınca heybelerindeki kaleyi içten çökertecek cemaatin paralel devlet oluşumu ile harekete geçtiler. Zaten bir satranç oyunu gibi her hamleleri boşa çıkınca planladıkları başka planları uygulamaya koyuyorlardı. Yalnız bu sefer planlar hiç umulmayan ve kardeş denen kesimdendi. Bir nevi sırtından bıçaklamaydı. Bu girişimin ilk hamlesi Hakan Fidan olayıydı. Burada yargı menşeli bir girişim yapılmıştı ve bir deneme ve aynı zamanda bir ihtardı. Fakat tutmamıştı. Bunun üzerine yargı ve polis içindeki yapılanmayla oluşturulan, doğru olması da o kadar önemli olmayan, bizzat hükumeti hatta Erdoğan’ı hedefleyen müşterisi de çok olacak olan yolsuzluk iddiaları dayanak yapılarak 17 Aralıkta baskın gözaltılar yapılmıştır. Hükumetten 3 bakanın oğlu ve bir diğer bakanın ismi hedef alınmıştı. Burada hükumete hamlenin yanında Halk Bankası da hedef alınıyor, bir taşla çok kuş vurmak amaçlanıyordu. Aynı zamanda ekonomi üzerine vurulan bu darbeyle faiz cephesi şaha kalkıyor, dolar ve avro rekorlar kırıyor, bu sayede ülkenin dış cari açığı zirve yapıyor ve Türkiye ekonomisi ve istikrarı yok edilmeye çalışılıyordu. Maalesef bu darbede cemaat ön alıyordu. Özellikle 25 Aralıkta Erdoğan’ın evine baskın planlanıyor oğlu gözaltına alınmak isteniyordu. Her türlü hain girişimi savuşturan Erdoğan’a karşı din kardeşi kullanılıyordu. Artık hedef Erdoğan’dı. Çünkü çok iyi bir satranç ustasıydı ve bütün karşı hamleleri boşa çıkarıyor hatta kazançlı çıkıyordu. Bu amaçla seçimler fırsat bilinerek Erdoğan’ ı zayıflatmak, itibarsızlaştırmak amaçlanırken karşısına boyanmış makyajlanmış Mustafa Sarıgül gibi adaylar çıkarılıyordu. CHP ile düşman sanılan cemaat kol kola giriyor sarmaş dolaş oluyordu. Cemaat yayın organları Erdoğan’a karşı savaş açıyordu. İzmir kritik bir ildi ve Ak parti burayı alırsa büyük güç kazanabilirdi. Bu amaçla İzmir’den aday gösterilen hükumetin en başarılı, sakin ve sevimli bakanı olan Binali Yıldırım’ ı hedef alan bir operasyon İzmir’de yapılıyordu. Fakat burada hesap edemedikleri millet desteği de şaha kalkıyordu. Millet başbakanın günde 3-4 defa ilçeler dâhil yaptığı mitinglerde Erdoğan’a sevgi ve desteğini haykırıyordu. Bütün İslami cemaatler ve dindar insanlar sempatiyle baktıkları hizmet hareketine cephe alıyordu. Olay devlet içindeki yapıların çökertilmesi ile hizmetin aleyhine dönecek gibi görünüyordu. Tam bu sırada Fethullah Gülen hoca efendinin 21 Aralıkta cumhurbaşkanına yazdığı mektup gündeme getiriliyordu. Sanki yumuşak bir üslup kullanılıyordu. Hâlbuki bu mektup yazılışından  sonra 25 Aralık darbe girişimi yapılıyor ve Erdoğan tehdit ediliyordu. Herkes bu kısmı göremiyor mektubun sulh name olduğunu sanıyordu. Mektubun bu dönemde açığa vurulması da bu yüzdendi. Çünkü devlet içindeki yapı çökertiliyordu. Hizmet hareketi tükenmeye doğru gidiyor, Hüseyin Gülerce bile karşı geliyordu. Görülen o ki millet yine Erdoğan’a sevgi ve inancını daha da attıracak ve bu darbe girişimi de Erdoğan lehine sonlanacak. 30 Mart yerel seçimleri bunu net bir şekilde ortaya koyacaktır. Yine görünen odur ki hizmet hareketi artık yükselişini tamamlamış ve çöküşe geçmiştir.

Aralık darbe girişimine biraz da bölgesel perspektiften bakmakta yarar var. Sayın başbakanımız 16 kasım 2013 de yanında Şiwan perver ve Barzani olduğu halde bir miting düzenledi. Bu miting çok büyük bir kalabalık ve yankı oluşturdu. Artık çözüm süreci daha da ciddi ilerliyordu. Irak petrollerini ABD sömürüyor ve Kürtleri kullanıyordu. Biz ise bizim eski topraklarımız olan bu bölge nimetlerinden faydalanamıyorduk. Başbakan Kürdistan yönetimi dedi diye çığlık atanlar da vardı. Bütün dünya Kürdistan diyor, biz demiyoruz fakat ellerimiz boş. Halbuki o bölge Osmanlı zamanında olduğu gibi ilk meclis zamanında da Kürdistan olarak anılıyordu. Başbakan bu tabuyu yıktı ve Barzani’ye Kürtlerin hamisi ve abisi biziz, ayrılamayız birlik olmalıyız dedi ve Barzani bu teklife atladı. Artık Türkiye Kürtlerin hamisi ve Erdoğan bölgenin lideri olmuştu. Artık Kürt petrolü Türkiye’ye akacak, doğal gaz gelecek, Kuzey Irak’ta Türkiye ayrıcalıklı özellik taşıyarak petrol arayacak ve çıkaracaktı. Ayrıca petrol paraları Halkbankta toplanacaktı. Bu konuda Irak yönetimi ile de sorun çözülmüştü. Bütün bunlar Türkiye’nin bölgenin süper gücü olduğunu, ve artık ABD ve batının çıkarlarını tehdit ettiğini açıkça gösteriyordu. Türkiye daha da güçleniyordu. Hem psikolojik, hem ekonomik ve hem de stratejik güçleri lehine çeviriyordu. Açıkçası artık Türkiye ve Erdoğan çok oluyordu. İşte tam bunlar olurken ve Türkiye bu sevinci yaşayacakken 17 Aralık darbe girişimi yapıldı. Halkbank hedef alındı. Mahkemelerde Balbay serbest bırakılırken BDP milletvekilleri içerde tutuluyordu. Çözüm süreci engellenmek isteniyordu. Ekonomi çıkmaza sokulmaya çalışılıyordu. Ayrıca bölgeye Türkiye’ye güvenmeyin bak O’nu her an çökertiriz diyorlardı. Fakat herşeye rağmen başbakan hiç geri adım atmadı ve bütün salvoları geri püskürtmeye başladı. Bunu gören Kürt yönetimi petrolü serbest bıraktı ve petrol paraları Halkbank’a akmaya devam etti. Ayrıca ülke içinde paralel devlet kadroları bir bir tasfiye edilmeye başlandı. 16 Kasım Diyarbakır mitingi ve gelişmeler karşısında acele etmek zorunda kalan güçlerin oyunları tek tek bozuldu. Diyarbakır mitingi olmasa bu darbe girişimi seçime daha yakın bir zamanda gerçekleşecekti. Her şey daha güç olacaktı. Fakat yine Erdoğan’a Allah doğru zamanı ve yapması gereken doğru işi en güzel şekilde göstermiş kendisine ve ülkemize kurulan tuzakları yerle bir etmişti. Ayetlerde çok yerde dendiği gibi Allah’ın tuzakları daima galip gelir. Başbakanımız da bunu sıklıkla dile getirmektedir ve Allah’ın kendisine destek ve yardımcı olduğunu ve sevdiğini de açıkça göstermektedir. Biz inandığımız sürece ve kendisine sonsuz bir aşkla sığındığımız sürece Allah bizimledir inşallah.

 

 

 

 

 

 

1 Yorum “GELECEĞİN SÜPER GÜCÜ TÜRKİYE’Yİ KUŞATMA PLANLARI”

Trackbacks/Pingbacks

  1. […]  web sitemde yayınladığım (GELECEĞİN SÜPER GÜCÜ TÜRKİYE’Yİ KUŞATMA PLANLARI http://www.cengizsandikli.com/gelecegin-super-gucu-turkiyeyi-kusatma-planlari/ … @cengiz_sandikli aracılığıyla) yazımda da ayrıntısıyla 1970 Afganistan’ın SSCB (Sovyet […]


Yorum Yaz